ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Aşık Veysel Şatıroğlu Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Aşık Veysel Şatıroğlu Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Aşık Veysel Şatıroğlu

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Rebellious
No-Post !
Rebellious


Favori Oyuncu : Metin Oktay
Mesaj Sayısı : 14623
Puan : 258172
Rep : 2564
Yer : Ali Samiyen
Cinsiyet : Erkek
Kayıt tarihi : 19/08/09
Aşık Veysel Şatıroğlu I231076_gsli

Aşık Veysel Şatıroğlu Empty
MesajKonu: Aşık Veysel Şatıroğlu   Aşık Veysel Şatıroğlu EmptyPaz Haz. 06, 2010 3:34 am

Yaşamı

“Üçyüzonda gelmiş idim cihana”

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan
köyünde dünyaya geldi. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu
köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir.
Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır.
Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki
Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta
dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp
yürüye yürüye köye dönmüştür.

Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet
adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek
hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız
kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o
da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan
evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine
kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve
dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe
yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ
gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya
başıma zindan.”

Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı.
Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi
Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız
kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek
hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini
hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”

Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o
sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına
“Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var”
demişler. Sevinmiş babası.

Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek
sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının
elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp
gitmiş böylece.”

Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in.
Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle
bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i.
Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan
Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire
meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da
olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk
ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu.
Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine
uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları
Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden
Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş;
usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını
aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok
Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta
ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.

“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte
başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli
sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün
arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...

Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır.
Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor.
Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta,
geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve
karanlıklara bırakmaktadır.”

O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;

“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi,
dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense
derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”

Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok
Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun
ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.

Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”

Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz
ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında,
akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu
oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi
ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor;
aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor. 1921’in 24
Şubat’ında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu
arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip
gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz
şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık
fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.

Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması
için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in
bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta
yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan
Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir
acı daha ekleniyor böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı
aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da
yaşamamış.

Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.”

Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.

“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti
içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye
karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde
birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:

“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah
kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer.
Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”

Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni
köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber
yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı
Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel,
Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya
güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir
“üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar.
Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu
hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir
kadınla evleniyor.”

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve
arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık
1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar.
Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor.
Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir
başlangıcı işaretliyor.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor.
Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle
bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler
düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan
ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan
şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden
dışarıya çıkması oluyor.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza
Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye
istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile
yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki
arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya
geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş
gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini
söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana:
“Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar
olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı
gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan
sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye
başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.

O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat
köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya
gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye
düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam
misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey
Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız
hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki
gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At
arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine
götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz,
geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki:
-‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız
var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne
yaparız?’

Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir
milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak
gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’

Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var.
Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et!’ dedik.

Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın
çağırın. Geçin gidin!’

-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!’

Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi.
Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye
Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin!’ dedi. Gittik.
‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne
yapsak?’ diye düşünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza,
tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki
çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için
Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.

Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman
bir kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek
yasak!’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.

Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık.
Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti.

-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik.
Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın?
Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.

-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik. O
zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git
telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama
sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.

-‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.

-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.

-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldık dinledi!

- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’

Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın!’ Orada
bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6
gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:

- ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin!
Oturun!’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman
gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’
Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne
yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar
verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla
tanışmıştık.

Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi
köyünüze parasız gönderir!...’ dedi. Elimize bir mektup verdi.
Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr adamsınız.
Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!’

Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız?’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de
valiye yazalım!’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi
imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize:
-‘Yok!’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.

Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi. ‘Ankara
Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!’ dedi. Acıdım
avukata.

‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım.
Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok.
Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki
girelim. Orada dinelip duruyorduk.

İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’
diye sordu.

-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik.

-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi.

O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada:
-‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri
varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var,
dinleyin.’ dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir
adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar
günü de Halkevinde bir konser versinler!’

Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara
Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da
koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.

Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık
İzzeti’nin:

“Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.

Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in
katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu,
Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu
okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın
sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık
Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü”
500 lira aylık bağlanmıştır.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan
Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini
yumdu.

Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu
betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine
benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını
terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve
Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in
yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da
Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki
Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”

SANATI

Dünya Görüşü

Hem yaslandığı köy / kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir
eğitim olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy /
kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir. Bunları
söylerken, Veysel’in içerisinde bulunduğu ruh halinin de
değerlendirilmesinden yanayım. Kuşkusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında
yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin, yaşama bakışını, onu nasıl bir
küskünlüğe ittiğini görmezden gelemeyiz.

Bir sanatçının dünya görüşünü elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler.
Bunu biraz daha somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam
koşulları belirler. Âşık Veysel’in yaşadığı sosyal çevre, köy ile kasaba
kültüren sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı, kapitalizm öncesi
üretim biçimleri egemen, sanayileşme sıfır... Bir de ekonomik yapının
paralelinde, eğitim-öğretim gibi etkenlerin düşüklüğü, savaştan yeni
çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef olan
insanların coğrafyası düşünülürse, Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre
çok kolay anlaşılır. Bir de toplumsal / sosyal çevrenin yazılı kültürden
uzaklığı, bütün edebi / sanatsal birikimini sözlü kültürüyle
oluşturduğu gerçeği gözardı edilmezse, bu koşullar içerisindeki sanatçı
tipinin anlaşılması daha kolay olur. Bu sosyal çevreye, üstüne üstlük
bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki eksikliği eklenirse
Veysel’i anlamak, şiirlerini de yerli yerine oturtmak daha kolay olur.

Gözlerinin görmeyişi, onu bütünüyle etkilemiştir. Öyle ki:

“Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni”

Derken Âşık Veysel’in bu anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu
kolaylıkla anlaşılır.

Adnan Binyazar, Veysel’deki görme eksikliğini, onun dizeleriyle
yorumlarken “bal”a “tuz” katılmıştır diye vurguluyor.

Gerçi Âşık Veysel çoğu kere olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi
orada ararken; öte yandan okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta
somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini de yazar.
Bu bakımdan ondaki feleğe yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir
kadercilik, körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir.

“Dünya tebdil oldu durum değişti,
Kimi aya gider kimi cennete”

derken, onun bilimsel gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma
yaptığı etkenleri de değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif
oluşturduğunu görürüz, “ay” ve “cennet” kavramlarını bir bakıma iki
değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o.

Sonra bir başka şiirinde:

“Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul.
İnsanlara hizmet yaptığın yardım,
Merhametin duygum dedi ki okul.
Sudan ateş yapan en güzel sanat
Dünyayı ışığa kaplarsın kat kat
Fikriyle mi ettin bunları icat
Rehberim oldu dedi ki okul.
Bu bir keramet mi yoksa hüner mi
Göz görmezse gönül buna kanar mı
Öksüz tarlada sapan döner mi
Eker biçer motor dedi ki okul.
Kanat takar gökyüzünde uçarsın
Denizleri müdanasız geçersin
Soğuğu yağmuru nasıl seçersin
Rasathane kurmuş dedi ki okul.
Çeşitli taşıtlar bir de trenler
Hekim olup her yareyi saranlar
Bunu sen mi yaptın yoksa erenler
Daha neler yapar dedi ki okul.
Radyo hayrete düşürdü beni
Her dilden biliyor yok amma cam,
İlim akıl fikir yaratmış bunu
Lambası dalgası dedi ki okul.
İnsanlar kafası bunları bulan,
İlimdir dünyada hakikat olan
Bütün bu işlerin temelim kuran
İnan buna Veysel dedi ki okul” diyor.

Bu ve bu türden başka örnekler, Âşık Veysel’deki tanrı / felek gibi
doğaötesi kavramların bir bağnazlık ya da tek çareymiş gibi
gösterilmediğini belirtiyor. Bu bakımdan onda herhangi bir katılık
göremeyiz. Esnektir, hoşgörüdür.

Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel, büsbütün
yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası
sürekli ağır basar. Ayrıca “ahiret” kavramı da ondan derin değildir.

“Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı?” sorusuna Ruhi Su şu
yanıtı veriyor: “Felsefe sözcüğü ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği
ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye soruyorsanız, vardı
elbet. Bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı
öğütlerdi. Yerine göre, geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de
olurdu. Kendi inancı sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne
dayanan bir inançtı, ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü
sorulduğu zaman, ne söylemesini istediklerini sezecek kadar da
akıllıydı.”

Veysel’in bir özelliği de şu: Dinî şekilciliğin baskısına dayanmaması
onu kırmaya çalışması, Allah ile samimi, senli benli olması. Daha
doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığı... Tanrıya hitap şiirinde olduğu
gibi:

“Kainatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin.”

Nejat Birdoğan, “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan
olarak henüz yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha
sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i
görürüz. Bu çalışmalarında Veysel cumhuriyetin korunmasında ve ulus
bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında
da böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu,
çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu gözlenir.
Kızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para
toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir.

Ama bize kalırsa Veysel’den en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili
öğeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından
başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması,
nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına
dönmesini anlatır. Bir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu
deyişlerde. Bağlı olduğu inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine
aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel
Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.” diye değerlendirmektedir.

Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça
duyarlıdır.

“Devri Cumhuriyet asırı yirmi
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dünya ayaklanmış aya gidiyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

Bırak sar’öküzü varsın yayılsın
Set çekme gözlere herkes ayılsın
Her köşeye bir fabrika kurulsun
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

Yürüyen yolcuyu çekme geriye
Dikkat eyle karıncaya arıya,
Gidiş böyle kavuşaman huriye
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Zarar gelmez sana kaçınma sazdan
Günahın korkusu çıkmıyor bizden
Vazgeç demiyorum sana namazdan
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Destekle fakiri okut yetimi
Bu hayırlar dinimizce kötü mü
İdrak eyle hidrojeni atomu
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dökülen yağmurun kilogramı,
Ölçmüş biçmiş metre midir kare mi
Çok yatarsın azdırırsın yaramı
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Göklere fırlıyor bu kadar füze
Bu işler bir ibred değil mi bize
İstiyor aydaki sırları çöze
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Allah’ın varlığı mevcut insanda
İlim akıl fikir sermaye sende
Çalıştır gemiyi otur dümende
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Hiçbir şey bilmezsin dik biraz kavak
Boş gezene derler serseri savak
Yumma gözlerini dünyaya bir bak
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Veysel ne durursun herkes gidiyo
Zaman uymaz, sen zamana uy diyor
Fen çok büyük kerameti yutuyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.”

Bu şiiri bile tek başına yukarıda onun hakkında vurguladığım
belirlemeleri aydınlatacak niteliktedir. Görüldüğü üzere, o toplumdaki
değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle örneklendirerek
eleştiriyor. Taraf oluyor burada Veysel. Bilimden yana, aydınlıktan
yana, gelişmeden, somut gerçeklerden yana taraf oluyor. “Bırak
sar’öküzün varsın yayılsın” derken, “Dünyanın sarı öküzün boynuzları
üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyor. Gözlerine set çekme diyor.
Sonra, Tanrı’yı insanlaştırıyor, Allah’ın varlığı mevcut insanda” diyor.

“Ancak, temel görüşlerine, açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu
bilinç açısıyla, bilinçli bir toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır bu
konuya. Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları Tanrıya, kadere ve
doğal gibi gördüğü birtakım güçlere atfetmiştir. Karşısına aldığı
toplumsal düzen değil, doğal düzendir.”

“Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır”
türünden vurgulamalarla Veysel’i dar çerçevede ele almanın, kestirmeden
yargıda bulunmanın ne Âşık Veysel’i anlamaya katkısı olacaktır, ne de
bu vurgulamayı yapan araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve
geleneği sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya. Oysa
Âşık Veysel, yaşamıyla, yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır.
Değerlendirmelerimizi bu somut gerçeklikten hareket ederek yaparsak,
anlamlı bir katkıda bulunmuş olabiliriz.

Yukarıdaki vurgulamalarda da değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde
bulunduğu kültürel ortam açısından köy-kasaba mekânında yetişmiş, bu
çevrenin değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin insanıdır.
Köylülüğün getirdiği tipik bir özellik de, tutarsızlıktır. Onun
içerisinden çıktığı kültürün terimiyle söylersek “vefasızlık” onda da
görülür. Özellikle, onun gelişmesinde, tanınmasında, sesinin ve sözünün
yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi
kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış, övgüler
dizmiştir, ama onlar kapatılınca pek oralı olmamış, tepki
göstermemiştir. En büyük zaafı da budur.

Gelenek ve Âşık Veysel

Bütün halklar da olduğu gibi, Türkler’in de en eski sanat ürünleri
büyüsel törenlerden kaynaklanmaktadır.

Türk Edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların
bulunmayışı, biraz geniş bir alana yayılmalarından ve hareket halinde
olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç
tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir. Hatta, Türk
Edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından
öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. “En eski Türk şairleri –
Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın Bo veya Bugue, Yakutlar’ın
Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei,
Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı,
Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık,
mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu
adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif
zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri,
kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor;
fakat semadaki ma’butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine
göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler
tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek, bazı
ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif
vazifeler hep ona aittir. Bütün bu muhtelif işler için tabiî muhtelif
ayinler vardı. Bunların bir kısmı unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle
beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da
yaşamaktadır. Şaman yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek
birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle çalar, beste ile
beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk
şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.”

Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri
de kopuzdur. Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye
dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz
çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları
kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlar’da, İslam’dan sonra, şamanizm
geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede
Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış)
ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet
alarak mücadelede galip oluyor.” der.

Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını
gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllardan yazıya
geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal
davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı
hikayede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına),
çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki
parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir.

Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da
ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye,
saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra, büyücülük,
hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu
bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler.

İş bölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve
birçok işi birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel
törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler
gelişmiştir.

“İslamiyet’in kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin,
beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce
mümkün değildir.” diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu
edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit
edilememiş olması şansızlıktır. İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir
yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni
dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan
tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir
düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars
edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım
unsurları ile değil, milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde
meydana getirilmiştir. Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke
tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve
kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak
yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII.
yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki
ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman
zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını
ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar
izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin
hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi
hususiyetler İslamiyet’ten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve
sanat temsilciliğini üstlenmiştir.”

Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı
bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir
yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir yönüyle,
adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler)
söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir:
Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece
söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle
şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle
ayırırlar; bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik
aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak
istenir.” diyor ve ekliyor: “Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan
ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülmeyeceği, bir kerteye
kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını
kapsar.”

Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatı’nda
gördüğümüz ve giderek bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta
alma kavramının onda görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam
öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir
yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum
sergilemediğini görürüz. Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir
ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek hem de bir süre
birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir.
Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz Âşıktır. Günümüzde bile
kimi Âşıkların yakıştırdığı Pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı
da olmamıştır. Âşık Veysel’de Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz esaslardan
biri olan hikaye anlatma da yoktur. Âşık karşılaması olan atışma, muamma
asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek oralı
değildir Âşık Veysel. Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek
içerisinde görülen tipte değildirler.

Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların
adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var / Mansur’a
benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun
bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile
getirme değildir. Hatta bir şiirinde:

“Elimden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm.”

diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda
bir işlevi yoktur bu dizelerin. Adnan Binyazar’ın biraz daha ileri
giderek “Veysel’de “dolu içmiş”, Hak aşığı ozanlar kuşağına
katılmıştır.” vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır.

Kurt Reinhard “Sivas Vilayeti Âşık Melodi Tipleri” başlıklı
çalışmasında, Âşık Veysel Ekolü olarak nitelendirilen ve Orta Anadolu
bölgesini içeren Âşık ezgilerini anonim halk türküleri ve ezgilerinden
farklı olarak şöyle ifade etmektedir.” Âşık ezgileri, güftenin
mısralarında sayısıyla bağlantılıdır. Doldurma veya tekrar edilen
kelimeler açık biçimde telafuz edilmektedir. Ezgilerde belli motifler
sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü
kullanılmaktadır. Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşmak
büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve sanatına bağlıdır. Âşık
ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber lâ ve mi seslerinin ana ses
tonu olarak kullanıldığı örnekler vardır.

Âşık ezgileri, konuşma uslûbunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağır
basıp konuşma uslûbunun gerilediği iki gruptan oluşur. Konuşma ritmine
ayak yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi yavaşlar ve konuşma
ritmine ayak uydurur. Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslûpta
önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden zaman zaman feragat
edildiği olur. Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise,
bir hece birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin kazandığı bu
tipte ise, güfteler bir ölçüde daha zor anlaşılır durumdadır.”

Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik
anlamda algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’e
kırılmıştır.

Ahmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme
yapıyor.

“Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık
Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten
çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır.
Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine
“akort” dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş
gibidir; mesela, Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da
Ceyhun’u o kadar okumuştur. Veysel’le çağdaşları arasında o kerte
birbirini çeken taraflar vardır. Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel
ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda
ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi,
Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel
Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneği yaşamış ve “bugün”e oradan
gelmiştir.”

Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada geleneği kırmasında
çıkıyor karşımıza. İlk dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik
yan da böylece arınıyor.

Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de
soyutlamayız. Enver Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin
eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark
edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu
meylin halk şiirinde işleyen mücereretlik vasfı Âşık Veysel’in sanatında
da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı
dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik
tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz
şairidir.”

Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir. Bunu ileride
şiirleri üzerinde dururken de daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu
kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya. Örneğin, Alevi
kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın
Âşık Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor;
tek bir şiirinde şah sözcüğü, oniki imam geçmiyor. Oysa, sonuçta Âşık
Veysel’in çıkığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu
Alevi köyü. Yine onu çağdaşı olan Ali İzzet Ukan’da hiç de böyle
değildir. Hatta, Pir Sultan’ın “Şah’a gidelim” dizesini, “yare gidelim”
diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık vardır onda. Demek ki
Âşık Veysel’i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından
koşullandırılmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi
olarak seçmiştir. Nasıl olursa olsun, Veysel, bu anlamda sıkı bir
insandır. Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan alabildiğine
uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine
kullanmasına karşın, Veysel köyden dışarı çıkıyor. Onun yaşamını,
yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var: Kasaba.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.arenafutbol.org
 
Aşık Veysel Şatıroğlu
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» NBA de Aşık olacak
» Emre Aşık Gündemde
» Asik Oldum (şener şen)
» Aşık: Ben onlardan biriyim
» Aşığım Aşık (Cengiz Kurtoğlu)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey :: AF Cafe :: Eğlence :: Hazır Ödev ve Tezler :: Türkçe - Edebiyat-
Buraya geçin: