ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Rebellious
No-Post !
Rebellious


Favori Oyuncu : Metin Oktay
Mesaj Sayısı : 14623
Puan : 258170
Rep : 2564
Yer : Ali Samiyen
Cinsiyet : Erkek
Kayıt tarihi : 19/08/09
Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet I231076_gsli

Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet Empty
MesajKonu: Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet   Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet EmptyPaz Haz. 06, 2010 4:26 am

İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılar'da, ülkenin doğusunu
idare eden büyük hakana Arslan Han adı verilirdi. Onun hakimiyeti
altında batı bölgelerini, Buğra unvanını taşıyan diğer bir han idare
etmekteydi. Sonra devlet merkezinde hakanlara vekâlet eden, Erkan, Sagun
gibi unvanlar alan İligler ve tekin diye anılan şehzadeler geliyordu.
Ayrıca bir danışma kurulu vardı.
Hükümdarlığı halife tarafından tasdik edilen Gazneli Mahmud, sultan
unvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak bilinir. Daha sonra bu unvan,
bütün Müslüman devlet başkanları tarafından kullanılmıştır. Anadolu
Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan unvanı kullanılmıştır.
İslamiyet'te devlet başkanı olan halife, peygamberin vekili olduğu için,
bütün Müslümanların başı durumundaydı. Türk cihan hakimiyeti düşüncesi,
güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar, dünyanın, Türk hükümdarı
tarafından idare edilmesi gerektiği esasına dayanıyordu. 11. asır
yazarlarından Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir: "Allah, devlet güneşini
Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri
onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hakimi
yapmıştır."

Oğuz destanındaki ok motifi, Göktürk Kitabeleri'nde zaptı düşünülen
istikametlere önceden prenslerin tayin edilmesi, Türk kültüründeki cihan
hakimiyeti ülküsünün işaretiydi. Selçuklular, Dandanakan Savaşı'nın
hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütuhat
yönlerini ve görev alacak başbuğları kararlaştırmışlardır. Malazgirt
Savaşı ve Anadolu'nun fethi de, cihan hakimiyeti ülküsünün bir sonucu
idi.

Türk sultanları, topluluklar arsında sosyal, kültürel dînî müsamaha
bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve
adalet tanımışlardır. Müslüman Türk devletlerinde, çeşitli boylara
mensup, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların
kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı Devleti devrinde de
devam etmiştir. Türklerin, İslam kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri
neticesinde, İslamiyet Türkler için başlıca dayanak haline gelmiştir.
Haçlı orduları, Hıristiyanlık davasıyla harekete geçerek İslam
ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca
süren bu batılı zihniyet karşısında, Türkler için Müslümanlık, en büyük
güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü yükseltmek ve İslam'ı yaymak
düşüncesi, fetihleri Hıristiyan dünyasına dönük Osmanlı Devletinde, en
yüksek seviyeye ulaşmıştır.

Müslüman Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idaresi verilen
hanedan üyeleri, melik diye anılırdı. Bunlar yarı müstakil bir şekilde
hareket ederlerdi. Bulundukları bölgede, asıl devlet merkezindekine
benzer bir dîvan kuruluşuna da sahiptiler. Ayrıca vezir ve askerî
kuvvetleri vardı. Halife, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar,
bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki sultan
tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlardı. Siyasî temasları
veya giriştikleri savaşları, asıl devletin ana siyaseti çerçevesinde
yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsî mülk haline
getirmek ve onu kendi keyfine göre idare etmek değildi.

Hükümdarın vefatı veya şiddetli bir dış istilâ gibi hâdiseler sonucu,
merkezde iktidar boşluğu olunca, devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar,
iktidara sahip olmak için şehzadeler birbiriyle mücadeleye girişirdi. Bu
durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir. Ancak
Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hakimiyetin bölünmemesini prensibini
gerçekleştirip, devleti altı asırdan fazla ayakta tutabilmişlerdir. Aynı
husus Göktürkler'de, İlteriş Kağan ile kardeşi Kapagan Kağan'ın
çocukları arasında da görülmüştür.

Büyük Selçuklu Devleti zamanında, Türk medeniyeti çok yüksek bir
seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu sultanları, devleti adaletle idare etmeye
büyük önem verirler ve devletin devamını bunda görürlerdi. Sultanlar,
haftanın belirli günlerinde, devlet ileri gelenleri kabul ederlerdi.
Halkın şikâyetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek
mahkemeye başkanlık yaparlardı. Saray teşkilatı, doğrudan sultanın
şahsına bağlıydı ve görevlilerin hepsi onun en güvenilir adamları
arasından seçilirdi.

Türkler devlet kurdukları zaman, Ortadoğu'daki kültür çevresinin en
önemli unsuru din idi. İslam'ın emirlerinden biri de bu dini yaymaktı.
Aslında cihad inancı, Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu.
Bu bakımdan bu yolda mücadeleye girişen Karahanlılar, Mâverâünnehir'deki
eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkand'da yaptıkları gibi, daha
doğuda Balasagun ve Kaşgar'da İslamiyet'i yaygınlaştıran müesseseler
meydana getirmişlerdi. İç Asya'nın dağlık bölgelerinden gelen Türklere,
Müslüman olmaları için hanlık arazisinde yer verilmişti. Karahanlı
idarecileri, en çok Uygurlar'ın Müslüman olmasını hedef almışlardı.
Maniheist ve Budist olan bu Türk topluluğunun, İslam'a kazandırılmasını
istiyorlardı.

Gaznelilerde de devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur İslamdı.
Gazneliler; Afganlılar ve Gurlularla çetin muharebelere girişerek,
onları İslam'a kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan
Mahmud'un oğulları ve Delhi sultanları vasıtasıyla daha da
yaygınlaştırılmıştı. Anadolu'nun fethinde tam bir cihad havasına
girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslam
dünyasında mevcut genel kanaat, Türk başbuğlarına güçlü bir manevî
destek sağlamıştır. Böylece gelişen Türk birliği şuuru, Haçlıların bütün
gayretlerini boşa çıkardı. Moğol istilâsına da aynı güçle karşı
konuldu.

Müslüman Türk devletleri, Rafızîlik inancına düşen İranlılarla çok
uğraşmışlardır. Türk sultanları, siyasî birlik yanında manevî birliği de
kurup yaşatmak gerektiğine inanmışlardı. Selçuklu sultanları, Mısır
Memlûk Devleti sultanları, Delhi Türk Sultanlığı, Türkmen beylikleri,
Atabeylikler, Timurlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat
bu muazzam siyaset, Moğol istilâsıyla ağır bir darbe yemiş, Orta Doğu'yu
işgal hareketine katılan Moğol idarecileri ve kitlelerinin büyük
çoğunluğu putperest ve kısmen de Hıristiyan oldukları için, Müslümanlara
hiçbir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, İslam dünyasında,
kendi hakimiyetleri uğrunda din adamlarına ve halka büyük zulüm ve
işkence yapmışlardır.

Müslüman Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok
gayret harcanmıştır. Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk
âlimleri yetişmiş, müspet ilimler sahasında da büyük ilerlemeler
kaydedilmiştir. Trigonometrinin kurucularından Birunî ve İbn-i Türk,
Matematik ilminin doğudaki en önemli temsilcileri oldular. Çeşitli ilim
dallarında yüz ondan fazla eser yazan Birunî, Gazne sarayında yaşamış ve
Sultan Mahmud'un Hind seferine katılmıştı. Matematik, Coğrafya,
Jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometri ile ilgili eserler yazan bu
büyük bilgin, bilim tarihinin dâhîlerinden kabul edilmektedir.

Karahanlılar devrine ait manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig,
Türk devlet düşüncesi, kanun anlayışı, hakimiyet telâkkisi ve siyasî
görüşleri bakımından şaheserdir. 1060 yılında, Balasagunlu Yusuf Has
Hâcib'in Kaşgar'da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve İslâmî Türk
yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, İslâmî devrin âbidelerindendir.

Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu
dönemde sultanlar, devlet adamları, hatunlar ve tabiplerin
gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi
mahiyetinde, Kayseri, Sivas, Konya, Divriği, Çankırı ve Kastamonu'da
hastaneler ve medreseler yapılmıştır.

Müslüman Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede,
mîmarî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi
mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz'e, Oğuz
bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır'a kadar uzanan geniş
sahada, o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescit, imaret,
han, hamam, dârüşşifa, medrese, hanekâh, türbe, künbet, şadırvan, çeşme,
sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze
kadar gelmiştir. Türkler, bu çağda, sanat dünyasına önemli yenilikler
getirmişlerdir. Medrese ve medrese-cami mîmârîsi, çift kubbe inşaatı,
silindir biçiminde bazen yivli, yüksek, ince minare tipi, demet sütun,
sivri kemer, pencerelerin katlar halinde sıralanması, kubbe yapımında
Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihraplar bunların belli
başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede, büyük hamleler
olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh,
kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılık ve
döküm sanatının en zarif örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir
olanları, halâ Türk ve dünya müzelerinin gözde eserleri durumundadır.
Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere, açık hava müzesi
görünümü verir.

Karahanlılar'da halk dili ve edebî dil Türkçe'ydi. Gazneli ve
Harezmşahlar saraylarında Türkçe konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığında,
idareci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu. Selçuklularda
da halkın ekseriyeti ile ordunun dili Türkçe idi. Bu devletlerde
yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmî eserlerin bu dillerde
yazılması, İslâm dünyasının ortak dili olmasından kaynaklanıyordu.

Müslüman Türk devletlerinde Türkçe'nin önemini gösteren vesikalardan
biri, 11. asırda Kaşgarlı Mahmud tarafından, Bağdat'ta yazılan Dîvanü
Lügati't-Türk'tür. Müellif, bu eserini, Türk olmayanların Türkçe öğrenme
ihtiyacını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu
teşkilatında çok önemli yeri bulunan atabeglik müessesesi, Türklerin
İslâm dünyasına getirdiği bir yenilikti. Osmanlılarda bunlara lala
denmiştir.

Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti,
Türk milletinin en büyük eserini, Türk cihan hakimiyeti tarihinin de en
yüksek siyasî teşkilatını temsil eder. Osmanlı Devleti, siyasî
istikrarı, sosyal adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler
arasında kurduğu âhengi, çok yüksek ve ince idare sistemi, kudretli
ordusu, yüksek askerî tekniği, geniş hukukî faaliyetleri ve nihayet
edebiyat, sanat ve mîmarîde ortaya koyduğu ihtişamlı eserleriyle de,
tarihte müstesna yerini almıştır. Osmanlı devri, bu azameti, hiçbir
devlete nasip olmayan, zengin yerli ve yabancı tarih kaynakları, muazzam
arşivleriyle çok geniş bir şekilde tetkik imkânlarını bahşetmektedir.

Osmanlı Devletinin bütün ülkeye yayılmış eğitim ve öğretim kurumları
olduğu gibi, gayrimüslim ve yabancıların da okulları vardı. Özellikle
II. Abdülhamid Han zamanında, ülkenin her köşesine aynı şekilde ve
değerde liseler yapıldı. Bunların bazısı halâ, açılış günlerinin
tarihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim düzeyi yüksek olan,
Türkiye'nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde
öğrenci-öğretmen ve veli münasebetleri mükemmel olup, hocaya saygı
gösterilirdi. O da öğrencisine şefkatle muâmele ederdi. Okullarda, bazı
kaynaklarda ileri sürüldüğü gibi falaka ve dayak yoktu.

Osmanlılarda bütün dinî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler,
kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip uygulanarak yayıldı.
Devletin kuruluşunda, kurucuların etrafında, Türkiye Selçukluları
devrinde yetişen âlimler vardı. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve
medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bazılarından, imkânlar
ölçüsünde halen faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif
edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa'ya
ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye toprakları dışında
kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde, akıllara durgunluk
verecek düzeyde olduğunu göstermektedir. Ne yazık ki Osmanlı Türkçesi de
bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime hazinesi halâ
bilinmemektedir.

Müslüman Türklerde Toplum Hayatı: Müslüman Türklerde sınıfsız bir toplum
hayatı vardı. Köle vardı, fakat Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik
devamlı değildi. Âzad edilip hürriyete kavuşarak devlet kademesinde
görev alabilirdi. Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı kölelik) yoktu.
Bütün dünya Müslümanlarını ilgilendiren halifelik makamı da 1516
yılından itibaren, Osmanlı padişahları eliyle Türklere geçti. Osmanlılar
devrinde Türklere ve gayrimüslimlere verilen, kendi din ve dillerinde
mabed ve okul açıp, ibadetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüsü,
günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân
tanımadığı ölçüde serbestti.

Müslüman Türklerde İslam ahlâkı hakimdi. Umumî kaideler dahil, herkes,
İslam ahlâkına ve örfe uymak zorundaydı. Vatanseverlik, vakar, büyüğe
hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadakat, hayırseverlik, cömertlik,
merhamet ve hoşgörü, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his,
kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine
titizlikle riayet edilirdi. Güzel ahlâk ve bu değer ölçüleri sayesinde,
Türk toprakları emniyet ve huzur içindeydi ve kardeşlik havası hakimdi.
II. Abdülhamid Han zamanında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmondo da
Amicis, Constantinopoli adlı eserinde:

"Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız her Türk'te vakar,
ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi, derece farkları olmasına
rağmen, aynı terbiyeyle yetişmişlerdir. Kıyafetleri farklı olmasa,
İstanbul'da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul'un
Türk halkı, Avrupa'nın en nazik ve kibar cemaatidir. En ıssız sokaklarda
bile, bir yabancı için küçük bir hakarete uğrama tehlikesi yoktur.
Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan camiye girip, Müslüman ibadetini
seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle
ilgilenen mütecessis bir nazar dahî göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi
duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir olaya şahit olmak imkân
dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle
konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzumundan fazla işgal etmek, ayıp
sayılır..." demektedir.

Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr'a
yazdığı mektupta, Müslüman Türk'ün ahlâk ve seviyesini çok güzel ifade
etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir: "Türkleri maddeten ezmek ve
yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli
insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu
hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden,
an'anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına,
kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler, zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idare edecek
reislere sahip oldukları sürece de çalışkandırlar. Gayet
kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecaat
duyguları da an'anelerine bağlılıklarından, ahlâklarının düzgünlüğünden
gelmektedir. Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını
parçalamak, dinî sağlamlığı zayıflatmak gerekir. Bunun en kısa yolu,
millî gelenekleriyle maneviyatlarına uymayan yabancı fikirlere ve
hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin,
kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler
önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddî
vasıtaların üstünlüğüyle yıkmak kolay olacaktır. Bu sebeple, Osmanlı
Devletini tasfiye için, yalnız harp meydanlarındaki zaferler kâfi
değildir. Hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını
tahrik edeceğinden, hakikatlerine nüfuz etmelerine sebep olabilir.
Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır."

Türkler, Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere adalet, fazilet ve
medeniyet götürmüşlerdir. Bugün, medenî olduklarını söyleyen Avrupa
ülkeleri, medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.

Türk milletini ve devletlerini asırlarca ayakta tutan, yaşatan büyük ve
başlıca kuvvet inanç, adalet, iyilik, doğruluk ve fedakârlıktır.

Türkler ve Spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, millî
tarihlerini askerî zaferlerle süslemişlerdir. Barış zamanlarında da çok
iyi sporcu olmaları, başarı sırlarından biridir. Bedenî kabiliyetlerinin
üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silahlarını kullanmadaki
maharetleri sayesinde, çoğu zaman bire iki, bire üç nispetindeki
kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan savaşları kazanmışlardır.

Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir. Ata binmek,
cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt atmak,
koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata
binmek, çok eski çağlardan beri, Türkler için yürümek kadar doğal bir
şeydi. Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta
ve Ön Asya'da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, ancak yorgunluğa,
sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok
süratli ve eğitilme yeteneği yüksek Türk atları, sahiplerini Çin
Seddi'nden Orta Avrupa'ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim bütün
Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar
savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde
de, gerek Kapıkulu süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin önemi çok
büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen
tamamen atlıydı.

Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve
at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi. Cirit,
bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen,
demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir
ağacından yapılırdı. Savaşta süvari hücum ettiği vakit, ciridi düşmana
fırlatırdı. Ciridi, uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup,
görenler hayrette kalırdı.

Güreşse, Türklerin çok eski millî sporuydu. Göğüs göğüse yapılan
savaşlarda, güreş bilenin daima üstün çıkacağı kuşkusuz olduğu için, bu
spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin
asıl millî güreşi, yağsız karakucak güreşi idi. Sonraları, Rumeli'ye
mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.

Okçuluk, Türklerin ünlü sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp
sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki
ustalıklarından, hayranlıkla söz etmişlerdir. Türkler, kısa fakat çok
kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak
kullanmakta emsalleri yoktu. Süratle giden bir atın üzerinden, hedefe
isabetli ok atarlardı. Okmeydanı'nda kurulan meşhur kemankeşler ocağı,
15 ve 16. asırlarda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos,
poyraz, gündoğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi yönlerde esen
rüzgârlara atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani kırılan
rekorlar, erişilemeyecek kadar yüksektir.

Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu, şimşirbazlık denilen bir
sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk
kılıçları, başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan,
yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise daha
ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala, düz,
genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifçe öne kıvrık gibi
görünen bir silahtı. Türklerin gürzleri de ünlüydü. Bunlar yekpare saplı
veya zincir saplı olurdu. Spor için ise somak veya mermer gürz
kullanılırdı. Talim gürzleri, ikiyüz okka (256.5 kg) kadar olurdu.
Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde,
değişik yönlerde, belli kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp
indirilerek kullanılırdı.

Türklerin en dikkat çeken sporu, muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü
futbolun babası olup, Orta Asya'da çok makbul bir spordu. Meşhur Ali
Kuşçu'nun kısaltarak Türkçe'ye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı,
aslı o taraflara giden İranlı bir tüccar tarafından yazılmış eserde;
Türklerin öküz ödünü şişirip, ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek,
değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar düzenledikleri
nakledilmektedir. Tokmak, aslında, tabanı kösele olmayıp, üstü gibi
deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden
yapılmış top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu
denilmiştir.

Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük ödülü, kazanılan nam ve
şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve özellikle askerî kuvvetleri, güçlü,
çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşor, soğukkanlı, mükemmel
savaşçılar haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden
zafere götüren bu hassalarını muhafaza için, sulh zamanlarında da talim
ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan
Türkler, bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddî
ve manevî faydalara sahip olmuşlardır.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.arenafutbol.org
 
Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân
» Eski Türklerde Devlet Teşkilatı, Kültür ve Medeniyet
» Müslüman Türk Devletleri
» Kültür ve büyü
» Osmanlı Kültür Ve Uygarlığı

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey :: AF Cafe :: Eğlence :: Hazır Ödev ve Tezler :: Tarih-
Buraya geçin: