ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
RNA Belleğinin Temel Taşı Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
RNA Belleğinin Temel Taşı Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 RNA Belleğinin Temel Taşı

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Rebellious
No-Post !
Rebellious


Favori Oyuncu : Metin Oktay
Mesaj Sayısı : 14623
Puan : 258171
Rep : 2564
Yer : Ali Samiyen
Cinsiyet : Erkek
Kayıt tarihi : 19/08/09
RNA Belleğinin Temel Taşı I231076_gsli

RNA Belleğinin Temel Taşı Empty
MesajKonu: RNA Belleğinin Temel Taşı   RNA Belleğinin Temel Taşı EmptyÇarş. Haz. 09, 2010 8:35 pm

BELLEĞİN TEMEL TAŞI (RNA)
1960yıllarının ortalarında Houston (Texas), Baylor Üniversitesinde
farmakolog olan Prof. georges ungar ilginç bir seri deneme yapmıştır.
Fanus içerisine kapatılan beyaz bir fare, belirli aralıklarla fanusun
üzerindeki bir gonkla rahatsız edilmekteydi. Fakat fare alışmaya yatkın
bir hayvandır. Günler ve haftalarca devam eden bu gonk sesine belirli
bir süre sonra alışmaya başlamıştır. Bu şekilde alıştırılmış yüzlerce
fare*nin beyni dondurularak saklanmış ve içerisinde alışmayı sağlayan
maddenin birikip birikmediği a rastı n l maya başlanmıştır. UNGAR'ın
savma göre, canlılarda alışma ve öğrenme RNA birikimi şeklinde
saklanmaktaydı. Değişik amaç için kullanılmak üzere yapabildiğince çok
RNA izole etti. ikinci Dünya Savaşı sıralarında İsveç’i! holger hyden
kalıtımın biyolojik yapısının belleğin ruhsal yapısıyla paralellik
gösterdiğini kanıtlamıştı. Bir türün evrimsel gelişim süreci içerisinde
öğrendikleri, kalıtımla daha sonraki döllere aktarılmaktaydı "Türün
Belleği". hyden,DNA'nın türün belleğinin, RNA'nın ise bireyin belleğinin
oluşmasında rol oynadığım ta o zamanlar savunmaktaydı. Yaptığı
çalışmalarda eğitilmiş hayvanların beynindeki RNA miktarının
eğitilmeyenlere göre çok daha fazla olması bu yaklaşımı doğrulamıştır.
Daha sonra ruhbilimci james mcconnell, yassı solucanlarla (özellikle
Planaria) denemeler yapmıştır. Bir ışık uyarımının arkasından, yassı
solucanın vücuduna zayıf elektrik şoku verilmiştir. Belirli sürelerle
(bir iki dakikada bir) tekrarlanan bu denemenin sonucunda (bir iki hafta
sonra), yassı solucan ışığın yandığım görünce büzülmeye başlamış, yani
ışıktan sonra elektrik sokunun geleceğini öğrenmiştir. Eği*tilen bu
yassı solucanları öldürerek, etlerim eğitilmemiş solucanlara yediren
mccon*nell, eğitilmemiş solucanların, eğitilmişler gibi davrandığım
hayretle gördü. Bu etler*le beslenen eğitilmemiş solucanlar da ışıktan
sonra elektrik sokunun geleceğin! dav*ranışlarıyla göstermekteydiler. Bu
akıl almaz bir sonuçtu: Bellek nakledilmişti. HYDEN'nın savma
dayanarak, eğitilmiş yassı solucanlardan çıkardığı RNA özütünü
(ekstraktını), eğitilmemişlere enjekte ettiğinde, sonuç yine aynıydı.
Eğitilmemişler ya kısa bir süre sonra ya da anında eğitilmişler gibi
davranıyorlardı. 1950 yıllarında yapı*lan bu denemenin sonucuna
inananların sayışı oldukça azdı. Amerika'da yayınlanan bir mizah
dergisinde "Profesörünüzü Yiyiniz" başlığı altındaki bir yazı konuyu
san*sasyonel bir şekilde tekrar gündeme getirmiştir. Bunun üzerine
birçok laboratuarda yapılan denemeler, McCONNELL'in savının doğru
olduğunu kanıtlamıştır. Elektrik şoku ve ışıkla eğitilmiş bir Planaria
birkaç parçaya ayrılırsa; bir zaman sonra her parça kendini rejenere
ederek yeni bir hayvan yapar, ilginç olanı beyni taşıyan baş kısmı eski
alışkanlıkları hatırlamasının yanı sıra, beyinle ilgisi olmayan kuyruk
kısmından meydana gelen (yeni bir beyin oluşturan) hayvan bu engrammı,
yani öğretileni hatır*layabilmektedir. Demek ki bir madde bağlanmasıyla
açıklanan bellek, sadece beyin hücrelerinde değil, aynı zamanda vücut
hücrelerinde de oluşmuştur.
Eğer bellek RNA şeklinde ya da RNA aracılığıyla bağlanıyorsa,
ribonukleaz enzimi ile (yalnız RNA'yı temel taşlarına kadar parçalar,
diğer bileşiklere etkisi yok*tur) bu engrammı bozmak mümkün olacaktır.
Nitekim parçalanmış hayvanlar ribo-nukleazlı bir suda yetiştirilirse
beyin kısmım taşıyan parçanın belleğini yitirmediği; diğer kısımdan
gelişen hayvanların eski koşullanmayı hatırlayamadığı görülmüştür. Keza
vücut içerisine enjekte edilen RN-az (ribonukleaz) da aynı etkiyi
gösterir. Bu, belleğin RNA aracılığıyla saklandığım göstermekle beraber
tam kanıtlayamaz. Çünkü RN-az sadece bellekle ilgili RNA'yı değil, tüm
RNA’lar ve dolayısıyla protein sentezi için gerekli olanları da
parçalar. Bu nedenle bellek silinmesini ya da zayıflamasını sadece
RNA'ya bağlamak sakıncalı olabilir (bir protein bağı olmaması için de
neden yoktur!). Bundan sonraki tartışmalar, nakledilen maddenin salt bir
bellek nakli mi olduğu, yoksa var olan belleğin belirli bir doğrultuda
kuvvetlendirilmesi ve düzeltil*mesi şeklinde mi olduğuydu? Bu
tartışmalar sürerken, 1965yılında UNGAR'ın yaptığı denemeler gündeme
geldi.
Belleğin Nakli
ungar, eğitilen farelerden çıkardığı RNA özütünü eğitilmemiş farelere
enjekte etti. Enjekte edilen fare gonk sesine tepki göstermiyordu ya da
çok kısa süren bir denemeden sonra alışıyordu, ungar, sonradan elde
edilen bu alışkanlığın bellek olarak naklini yeterli bulmuyordu. Bu
nedenle ikinci bir deneme daha yaptı. Doğuştan gelen bazı özelliklerim,
eğitilmek suretiyle değiştirerek bellek şeklinde nakletmeyi amaçladı.
Fareler doğuştan gelen bir özellikle ışıktan kaçarlar. Küçük bir kafesin
içerisinde birbirine geçişti iki bölme yapılmış; bölmenin biri
karartılmış, diğeri aydınlık tutulmuştur. Karanlık bölmedeki besin
maddelerinin bulunduğu yere elektrik telleri döşenmiş ve zayıf akım
verilmiştir. Bir zaman sonra fareler, doğal yapılarına aykırı olmakla
beraber aydınlık bölmede kalmayı tercih etmeye başlamışlardır. UNGAR'a
göre "karanlıktan korkma maddesi"nin RNA şeklinde beyinde bağlanmış
olması gerekmektedir. Nitekim eğitilmiş farelerin beyinlerinden izole
edilen RNA eğitilmemiş farelere enjekte edildiğinde, tüm fareler önceden
eğitilmiş gibi, yani karanlık böl*mede elektrik akımının varlığından
haberdarmış gibi davranmaya başlamışlardır. Bu deneme ile kuşkuya meydan
vermeyecek şekilde, çok özel bir durum için oluşan bellek, kimyasal
olarak bir canlıdan diğer canlıya nakledilmiştir.
Aynı atadan çoğalmış fareler eğitildikten sonra eterle öldürülmüş; çok
hızlı ameliyatla, özel bölgelerden 1 gr. kadar beyinleri alınmış ve özel
yöntemlerle RNA özütleri (0.7 -1.1 mgr) yapılmıştır. Vücut sıvısı içine
hızlı alınsın diye bu özütler diğer farelerin karın boşluğuna enjekte
edilmiştir. Enjekte edilen bu farelerin aynı koşullara çok daha hızlı
uyum sağladıkları görülmüştür. Tam uyum görülmez; çünkü özütleme
yaparken ve karın boşluğundan emilirken birçok madde yitirilmiştir.
Hatta, belirli bir molekül şeklinde bağlanmış bellek engrammtan bu
işlemler sırasında yapısal olarak bozulmalara uğramıştır. Bu öğrenme
birçok yönden aynı zamanda gerçekleştirilirse;
örneğin, besinini bulurken ses, ışık, koku ve renk faktörleri ayrı ayrı
öğretilirse, sonuç çok daha kuvvetli olur. Çünkü her öğretim simgesi
için birikmiş mikro bellek, esas belleği oluşturur ve çok şiddetli
simgelerle öğrenilmiş bir bellekte ise RNA birikimi çok daha fazla olur.

Japon balıklarına elektrik şoku ile bazı şeyler öğretilebilir. Bu bellek
aylarca saklanır. Fakat eğitim sırasında ya da eğitimin hemen ardında
puromycin püskürtülür ya da bu maddeyle vücut ovulursa, belleğin
oluşmadığı görülecektir. Çünkü puro*mycin bir antibiyotiktir ve protein
sentezin! önler. Eğitimden 1 -2 saat sonra verilecek puromycin'in
belleğe herhangi bir etkisi gözlenmemiştir. Burada belleğin protein
şeklinde bağlandığı ve puromycin'in kısa süreli belleğin, uzun süreli
bellek haline geçmesini önlediği görülür.
Bu belleğin hangi maddelerden oluştuğu konusundaki tartışmalar bugüne
dek gelmektedir. ungar, yıllarca süren karmaşık denemeler sonucunda,
aydınlığa uyum yapmak için eğitilmiş farelerden elde ettiği yeterince
RNA'nın yanı sıra, kimyasal olarak saflaştırılmış ve kendi deyimiyle "S k
o t o p h o b i n" Karanlıktan Korkutan Madde denen yeni bir madde daha
elde etti. Bu yeni madde çekirdek asidi değil, bir proteindi. özünde,
bu şaşılacak bir sonuç değildi; çünkü proteinin sentezi de RNA ile
yapılmaktaydı. Demek ki yaşanılarak öğrenilen her olay RNA yardımı ile
be*yinde özel bir protein bağı veya zinciri şeklinde resmediliyor ve bir
iz "E n g r a m m" halinde saklanıyordu. Daha sonra anımsanan olaylar,
bu bağlanan moleküllerin tek*rar okunması şeklindeydi. ungar, bellek
maddesi skotofobini laboratuarda yeniden yapmayı başarmıştır (doğal
olarak amino asitlerin sırası, taşıdığı bilgiye göre, belirli bir
dizilime sahiptir). Bu yapay madde farelere enjekte edildiğinde yine
karanlıktan korkma ve aydınlığı sevme ortaya çıkmaktadır. Eğer yapılan
bu denemeler olayın açıklanmasında ilk basamaklar ise, önümüzdeki
yüzyıllarda yapay belleklerin sentezlenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Belleğin RNA şeklinde bağlandığına dair kanıtlar olma-sına karşın,
ayrıntılı bir açıklama için daha dikkatli olmak gerekir. Fakat RNA'nın
bel*lek için gerekli olduğunu kabul ettiğimizde, belleğin evrimsel
gelişiminde önemli bul*gular ortaya çıkacaktır.
RNA'ca insan beyninin doğumdan 40 yasma kadar zenginleştiği, 40 - 60 yaş
aralığında sabit kaldığı ve 60 yaşın üstünde, gittikçe azaldığı
bilinmektedir, öğrenme kapasitesi de bu RNA birikimine bir paralellik
göstermektedir.
Bellek, beynin bir ürünü değildi; bundan iki milyar yıl önce merkezi
sinir sisteminin gelişmediği devirlerde, anılar yine bu moleküller
yardımıyla maddeleşiyordu. Beyin, bu yapı taşlarının bir araya
toplanmasıyla oluşmuştur. Bilindiği gibi, evrimde bütün zorluk bir
mekanizmanın ortaya çıkmasıdır; geliştirilmesi yalnız zaman
mesele*sidir, Bellek ise ta moleküler düzeyde yaratırken vardı,
geliştirilmesi ise zamanla olmuştur. "Yani bellek tüm beyinlerden daha
eskidir". Daha önce değindiğimiz gibi beynin en alt tabakalarında yatan
bu jeolojik bellek birimleri, üst beyin tarafından organize edilerek
birey için en iyi şekilde kullanılmasına çalışılır. Diğer ruhsal
davranışlarımızı da aynı şekilde açıklamak için elimizde kanıt yok!
Fakat aynı düşünce sis*temi içerisinde, her ruhsal davranışın, ilkel
birimler şeklinde, moleküler yaratılışa kadar uzanacağı ve bu alt
birimlerin büyük beyin tarafından organize edilmek sure*tiyle daha
karmaşık yapıların ortaya çıktığı savunulabilir. Bu, ruh denen kavramın
ayrı bir güç gibi düşünülmesin! ve metabiyolojik olarak açıklanmasını
ortadan kaldıra*cak bir savdır.
TRANSDUKSiYONUN EVRİMDEKİ ÖNEMİ
Bilgi ve bellek her zaman yaşanılarak kazanılmayabilir; insanda bilgi
alış-verişi bunun tipik örneğidir. Hayvanlarda, sözle ve diğer iletişim
(komünikasyon) araçlarıyla bilgi ve bellek aktarımı, yüksek
organizasyonlu hayvanların bir kısmı hariç hemen hemen yok gibidir. Bazı
davranışlar atalarının eğitimiyle kazanılır. Fakat canlılar arasında
kazanılmış deneyimlerin maddesel olarak nakledilmesi geçmişte ve şimdi
yapılmış mıdır? Bunun açıklamasın! yapmadan önce bazı araştırmaları
gözden geçirmemiz gerekmektedir.
G. anderson, 1970 yılında, evrimde devrim yapacak ve bizim ruhbilimimizi
kökünden sarsacak bir araştırmayı gerçekleştirdi. "Viral Transduksiyon
== Virüsle Taşınma"nın evrimsel açıdan ne denli önemli olduğunu buldu.
Virüslerin ancak canlı hücrelerde çoğalabileceğini biliyoruz. Virüs
girdiği hücreye, çok defa, kendi kalıtsal materyalini bağlayarak,
hücrenin sentezleme programım bozar ve virüsü oluşturacak moleküllerin
sentezinin yapılmasını sağlar. Meydana gelen yeni virüsler diğer
hücrelere girerek çoğalmalarına devam ederler (virüslere bkz. !). 1958
yılında Amerikalı biyolog joshua lederberg, 1952 yılında
gerçekleştirdiği bir çalışmadan dolayı Nobel aldı. Çalışmanın özeti
şuydu: Virüsler bir hücreden diğer hücreye geçer*ken, önce bulunduğu ve
çoğaldığı hücrenin kalıtsal materyalinden (DNA parçaların-dan) bir
kısmım da sürükleyerek götürebiliyordu. Bu olaya "Transduksiyon" denir.
Daha sonra yapılan ayrıntılı çalışmalarda, taşınan bu parçaların oldukça
uzun olabile*ceği 3, 4 ve hatta 5 komple genin bu şekilde
taşınabileceği saptanmıştır.
anderson, 1970 yılında bu çalışmalara dayanarak dünyadaki canlı türleri
arasında, kalıtsal deneyimlerin, virüsler aracılığıyla birbirlerine
nakledilmelerinin, evrim*de küçümsenemeyecek bir mekanizma olduğunu
ileriye sürdü. Bunun anlamı şudur:
Dünyadaki sayısız denebilecek canlıda meydana gelecek bir kalıtsal
değişiklik, bir buluş, bir gelişim, er veya geç diğer canlılar
tarafından kopya edilecektir. Bu açık*lama araştırıcıların gözlerindeki
perdeyi kaldırdı. Dünyadaki tüm canlıların neden aynı genetik kodu
kullandıkları aydınlandı. Birinde. mutasyon-seleksiyon mekanizmasına
göre meydana gelen bir yenilik, ortak alfabeyi kullanan diğer canlılar
tarafından da kullanılabilecektir. Böylece bir virüs tarafından
saldırıya uğrayan hücre (eğer virüse karşı tam bir savunma mekanizmasına
sahipse), o virüs tarafından getirilen DNA parçasın kendi amacı için
deneme olanağım bulur. Belirli bir tür organizmada kalıtsal olarak
meydana gelecek ilerleme veya değişiklik, böylece diğer tüm canlıların
emrine sunulabilecektir. Madde değişimi için kullanılan binlerce enzimin
takası ve evrensel kullanımı da bu şekilde açıklanabilir. Fakat en
büyük yardımı, evrimdeki gelişimlerin açıklanmasındadır. öyle ki,
canlılığın ortaya çıkışından bugüne dek geçen 3 milyar yıl, bu denli
gelişim ve dallanma için az bir zaman olarak kabul ediliyordu.
Mutasyon-seleksiyon mekanizmasının rastlantılara bağlı olarak
birhücreliden çok hücreliye, su yaşamından kara yaşamına geçmesi ve
insana kadar gelişmesi çok daha uzun bir zamana gereksinme gösterir.
Çünkü ilkel bir canlı türünün ve döllerinin değişimiyle (rastlantılarla)
bu denli gelişmiş bir canlı türünün ortaya çıkması çok büyük bir
olası*lığı gerektirmektedir. Bu da bazı kuşkuların ortaya çıkmasına
neden olmaktadır. Hal*buki herhangi bir canlı türünde ve bir türün
herhangi bir bireyinde meydana gelecek evrimsel (kalıtsal) ilerleme veya
değişim, yukarıda anlatılan şekilde diğer canlı türüne
aktarılabiliyorsa ve bu yenilik belirli ölçüde tüm canlıların hizmetine
sunulabiliyorsa, o zaman evrimsel değişimde çok büyük sıçramalar
görülecektir. Bu da bu kısa süre içerisinde neden bu kadar dallanma ve
ilerlemenin ortaya çıktığım açıklayabilir. Çünkü dünyadaki herhangi bir
canlıya (sayısız denecek kadar birey vardır denilebilir tesadüfen
rastlayan yenilik diğerlerine aktarılabiliyordu. Yani bugün bizde
hastalık yapan virüslerin akrabaları (hastalık yapmayanları), insanın bu
denli karmaşık olma*sın! ve gelişmesin! sağlayan en büyük faktör olarak
varsayılmaktadır.
SOYUT DÜŞÜNCEYE GEÇİŞ
insanın en büyük özelliklerinden biri de soyut düşünebilmesidir. Soyut
düşün-meye (abstraksiyon) ulaştıkça içgüdülerimizi daha etkin olarak
kontrol altına almaya başlıyoruz. Fakat uyarının çok güçlü olduğu
durumlarda bu soyut düşünme yitirilebilir (kızdığımızda, korktuğumuzda
ve eşeysel olarak uyarıldığımızda vs.). Bu konuda en ilginç araştırma
Freiburg'lu biyolog bernhard hassenstein'o aittir. Kafesin içerisinde
eğitilmiş bir kuş, bakıcısının elinden besinim' almakta, özellikle un
kurtlarım büyük bir iştahla yemektedir. Bakıcı, kafesin kapışım açmakta
ve kapının tam karşı-sına (aksi taratma) gelen kısımdaki tef örgünün
önünde, elinde bulunan un kurtlarım kafese doğru uzatmaktadır. Kuş, bu
un kurtlarına ulaşmak için tel örgüyü zorla*makta veya yırtmaya
çalışmaktadır. Fakat açık kapıdan çıkıp bekçiye ulaşmayı
becerememektedir. Bakıcı elindeki kurtlarla birlikte tel örgüden yavaş
yavaş uzaklaşmaya baslarsa, belirli bir uzaklıktan sonra, kuş, açık
kapıdan çıkıp kurtlara ulaşabilmeyi düşünebilmektedir. Bu deneme çeşitli
defalar tekrarlanmış, her defasında aynı sonuçlar alınmıştır. Sonuç
ilginçtir: Kuvvetli uyarı, kuşta, bir an önce besine ulaşma içgüdüsünü
uyandırmakta ve bu içgüdü o denli güçlü olmaktadır ki, kuş daha önce
öğrendiği, uçarak ve açık kapıdan çıkarak besine ulaşma deneyimini
kullanamamak*tadır. Bakıcı yavaş yavaş kafesten uzaklaştığında uyan
devam etmekte; fakat git*tikçe zayıflamaktadır. Belirli bir uzaklığa,
yani zayıflığa ulaştığında,kuş, içgüdüsünün etkisinden kurtularak,
deneyimle öğrendiği yolu kullanmaya başlamaktadır. Kızdığımızda,
korktuğumuzda ve eşeysel olarak uyarıldığımızda, davranışlarımızın bir
çeşit mantıksal çizginin dışarısına çıkması bu nedenledir. Gelişmişliğin
derecesi bu içgüdü*lerin büyük beynin kontrolü altında kullanılması
(baskısı) demektir. Soyut düşünme ise içgüdülerin azaldığı ölçüde
evrimleşerek gelişmiştir. Bu da çevre etkilerinin düşünce sistemimiz
üzerindeki baskısı kalktığı oranda gerçekleşebilir. Kitabın basın*da
değindiğimiz gibi "beş duyunun dışında düşünme, gerçek düşünmedir"
sözcüğü bu anlamda kullanılmıştır. Soyut düşünene "Benliğin" ortaya
çıkmasını sağlar; çünkü çevreden soyutlanmaya başlamıştır. Benlik ise
belleğin, öğrenme yeteneğinin, bilincin (şuurun), deneyimlerin
takasının, fantezisinin ve soyut düşünmenin bir kompleksi olarak ortaya
çıkmaktadır. Sonuç olarak çevremizdeki cisimleri şekillendirebilme
yeteneğin! kazandık. Bu konuşmanın ilk adımıdır. Daha sonra da konuşmayı
harflerle şekillendirdik.

BİLİNCİN GELİŞMESİ
İnsanda bu içgüdü ve otomatik tepkimeler, büyük beynin süzgecinden
geçtik*ten sonra ortaya çıkar. Kalıtsal tepkimeler bazı hallerde büyük
beynin yargılaması sonucu baskı altında tutulabilir, örneğin vücudumuzu
kurtarmak için çok kızgın bir demir parçasını elimizi yitirme pahasına
uzaklaştırmamız gibi. Eksitasyon evresinde büyük beynin
yargılayıcı-süzücü özelliği kalktığı için, beyin kökü tamamen kalıtsal
özelliklerin! göstermeye başlar. Bu nedenle artan narkoz zehrinden
kurtulmak için kendiliğinden çırpınma, kaçma ve bağırma hareketleri
ortaya çıkar. Hasta bu hare*ketlerin hiçbirini bilinçli yapmaz. Doğal
olarak bu durumda ameliyat yapılamaz. Dola*yısıyla anestezist narkoz
maddesin! vermeye devam etmelidir. Eter miktarı kanda git*tikçe yükselir
ve belirli bir düzeye ulaştığında beyin kökünü de uyuşturarak içgüdü ve
refleksleri durdurur. Hasta yeniden sakinleşir ve kaslar gevşer.
Ameliyat bu evrede başlar. Anestezi uzmanının becerisi, ameliyat boyunca
hastayı daha fazla uyuştur*madan bu evrede devamlı tutmaktır.
Büyük beyin ve beyin kökü bu son evrede tamamen uyuşuktur. Fakat beyin
kökümüzün en eski kısmı (en alttaki kısmı) hala uyuşmamıştır. Bu bölgede
dolaşım sisteminin, solunum sisteminin, sıcaklık ve diğer madde
değişimiyle ilgili yaşamsal öneme sahip otomatik düzenleyici merkezleri
bulunur. Bu merkezler bireyin biyolojik olarak yaşamasın! devam
ettirirler. Diğer beyin bölgelerine göre çok daha dayanıklı*dırlar. Bu
nedenle bir bireyi öldürmeden bayıltmak mümkündür. Bugün ameliyat*larda
çok daha etkin narkoz maddeleri kullanıldığı için. eksitasyon (çırpınma)
evresi hemen hemen hiç görülmez. Kullanılan ilacın terapatik
(therapeutik) genişliğinin fazla olmasına dikkat edilir; yani yaşamsal
merkezleri uyuşturmadan, acı ve bilinç merkezlerim' hızlı olarak
uyuşturabilmelidir.
Narkoza göre beynin gösterdiği tepki ile yapışı arasında bir ilişki
kurulursa en karmaşık ve en yeni kısminin üstte, en kaba ve en eski
kısminin da altta olduğu görü*lür (Şekil 8.2). En içte temel yaşamsal
işlevleri düzenleyen merkezlerin bulunduğunu söylemiştik. Bu merkezler
uzun evrimsel gelişim süreci içerisinde dış çevrenin etki-sinden koparak
iç çevrenin etkisi altına girmiştir. En eski merkez olarak tanımlanan
vücuttaki su mikalarım düzenleyen ve kontrol eden merkez, böbreğin
süzdüğü sıvı*nın yoğunluğunu, dokulardaki su miktarım, ter salgılamasın!
ve susuzluk duygusuyla ortaya çıkan su alınmasın) koordine eder. Yine
aynı tabakada sıcaklık düzenleyen merkez bulunur. Bu merkez
sıcakkanlıların, çevrenin sıcaklık değişimlerinden etkilenmemesini
sağlar ve dolayısıyla madde değişimi sabit hızla yürütülür. Bu, aynı
zamanda çevrenin etkisinden büyük ölçüde kurtularak kendi başına hareket
etmeyi ve bireysel bilincin (benliğin) ortaya çıkmasını sağlar. Bu
merkeze ısı gözü de denir. Kanın sıcaklığına göre düzenleyici
mekanizmayı çalıştırır. Eğer ısınırsak, su içeriz ve terleme suretiyle
ısı kaybım sağlarız. Burada su miktarı ite ısı düzenleyici merkezin,
diğer işlevlerde de olduğu gibi bir sıraya göre ya da eşgüdüm çalışması
gereklidir. ısındığımızda yüzümüz kızarır; çünkü derideki kılcal
damarlar genişletilerek vücudu-muzun iç tarafındaki fazla ısının kan
aracılığıyla yüzeye taşınarak bir radyatörde olduğu gibi soğutulması
sağlanır. Soğukta renk uçuklaşır ve titreme başlar. Merkez, kas
hareketlerin! hızlandırarak fazla ısının açığa çıkmasını sağlar.
Dolayısıyla ek besine gereksinmemiz olur. Soğukta daha çok acıkmamızın
nedeni budur. Keza bu beyin katmanında, tepe gözden değişerek bez
özelliği kazanmış epifiz bulunur. Epifizin salgıları, dış ortama bağımlı
olmadan, vücudun gelişmesi için zaman düzenlenmesini sağlar.
Sonuncu bölgenin üzerinde de beyin kokunun üst kısmı "büyük gangliyon
kökleri" ve "thalamus" bulunur. Milyonlarca sinir hücresinin bir araya
gelmesiyle, bir zamanlar öğrenilen işlevlerin, bir çeşit bilgisayar
merkezin! oluşturur. Kaba bir tanımlama ile, beynin bu kısmı, geçmiş
atalarımızın deneyimlerinin programlandığı ve depolandığı bir yerdir. Bu
program, dış uyarılar sonucu belirli davranış şekillerinin ortaya
çıkmasını sağlar, örneğin, düşmanca bir bakış veya tavra veya karşı
eşeyden bir bireyin yaptığı kura, İlgili hormonları salgılayacak
programı devreye sokmakla (daha önce hazırlanmış programı) yanıt verilir
ve bu da belirli davranış şekillerinin ortaya çıkmasına neden olur.
Daha önce, narkoz sırasında hastanın bilinçsiz olarak kendini savunması
ve kaçma hareketinde bulunması gibi.
KOŞULLANDIRMA
Bu otomatik programlamanın üzerinde yapılan çalışmaların en görkemlisi
1962 yılında ölen davranış araştırıcısı erıch von HOLST'un tavuklarda
yaptığı denemelerdir. holst, bayıltılmış tavukların beynine uçları
çıplak; fakat yanları lakla izole edilmiş saç inceliğinde teller soktu.
Birkaç sene denemede tutulan hayvanları, bu teller rahatsız etmiyordu.
Tellerin ucu, işlevi tanımlanmak istenen beyin kısmına sokulmuştu.
Tel*lerden gönderilen çok zayıf akımlar, hayvanda, sanki dışarıdan
herhangi bir impuls almış gibi tepkiler meydana getiriyordu, impulsun
verildiği yere ve şiddetine göre tavuklar uzaktan kumandalı bir robot
gibi hareket ettirilebiliyordu. Sonuç şuydu:
Telin uçunun girdiği beyin kısmı, akım verilince. depo ettiği programı
devreye soku*yordu. Belirli yerler uyarıldığında horozlar, sanki bir
düşman varmış gibi, kanatlarım germeye, yeri eşelemeye, gaklamaya ve
mahmuzlarıyla saldırıya geçiyordu. Horoz, düşmanına karşı programlanmış
tüm tepki silsilesin! gösteriyordu. Fakat bu yapay uyarı sırasında
tilki, sansar veya diğer bir düşmanca hayali, gerçek gibi görüyor muy*du
ya da hangisini, nasıl görüyordu? Bunun yanıtım hiçbir zaman kesin
olarak vere*meyiz. Bu evrede elektrik (uyarı) kesilince, sonuç daha da
ilginçti. Birdenbire sakinleşen horoz, ilk olarak şaşkın bakışlarla
düşmanım arıyordu ve daha sonra zafer ötüş*leri çıkarıyordu.
Hiç bir beyin kendine ulaşan impulsun (uyarının) doğal mı yoksa yapay
bir kaynaktan mı geldiğin! anlayamaz, insanı da ameliyat sırasında veya
bayılt*madan bu şekilde yapay olarak uyardığımızda değişik tepkiler
gözleyebiliriz, örne*ğin, görme merkezin! uyardığımızda renkli
şimşekten, manzaraya kadar değişik görüntüler elde edebileceğimiz gibi;
diğer bir bölgeyi uyardığımızda hastanın sesli ola*rak devamlı güldüğünü
görürüz. Üzerinde deneme yapılan canlı bunun yapay mı yoksa doğal mı
olduğunu anlayamaz. Tavuklarda, bu yolla, birdenbire, kızana gelme,
dövüşme, temizlenme, doyma, acıkma, uyuma vs. yaratılabilmiştir. Bu,
bir*çok hareketin yaratılışımızdan bugüne dek evrimsel aşamalar şeklinde
programlanarak depolandığım göstermektedir. Çünkü değişik türler
arasında aynı olaya gösteri*len tepkiler açısından benzerlikler vardır
(özellikle kızmada, korkmada vs.'de).
Mutasyonlarla ortaya çıkan değişik davranışların doğal seleksiyonla
ayıklanması sonucunda, bir türün ataları ve geçmiş dölleri boyunca
belirlenmiş bir tepki mekanizması yaratılmış ve benzer durumlarda bu
mekanizmanın harekete geçirilmesi, o can*lının davranışlarının doğmasına
neden olmuştur. Evrim süresince bu mekanizma geliştirilmiş ve davranış
programı gittikçe zenginleştirilerek çevreye uyum daha güçlü olarak
sağlanmıştır. Çekirdeksiz hücreden tütün da, hücresel simbiyozise
(fotosente*zin ve oksijenli solunumun ortaya çıkışı) ve çok hücreliliğe
geçişin tüm kademelerin*deki deney birikimi ve davranış çeşitleri
(mutasyon ve seleksiyon mekanizmasıyla arta kalan) bugünkü bünyemize
davranış programı olarak verilmiştir. Biz bu davra*nışları içgüdü, doğal
itilim (şevki tabii), doğuştan gibi terimlerle açıklamaya çalışırız.
insanlar içgüdüye sahip olmakla beraber, diğer hayvanlarda olduğu kadar
geniş ölçüde kullanamaz, işte insanın içgüdülerini kullanamaması, onun
zeki olmasını sağ*lamıştır.
Örneğin, soğuğun ne zaman geleceğin! bilmediği halde, yolunu şaşırmadan
güneye göç eden bir kuşun içgüdüsü bizde yoktur. Fakat gelişen büyük
beynin dış kısmı (korteks), bize. bilinci ve kendi içgüdülerimizi
yasayarak öğrenmemize olanak vermiştir. Sevincimizi, üzüntümüzü,
korkularımızı, açlığımızı, susuzluğumuzu, eşey*sel çekimi ve diğer
birçok davranışımızı bu şekilde yasayarak öğreniriz. Hatta bazılarımızın
kurbağanın yumuşak ve kaygan derisini bir güzellik olarak kabul
ederken, bazılarımızın nefret etmesi bu kazanılan özelliğin ilginç bir
yanıdır. Taş devrinin başlama*sıyla birlikte ve ondan belirli bir süre
önce deneyimlerimize dayanılarak kazandığımız bireysel bilgi birikimi,
içgüdülerin yerini almaya başlamış ve geçmişte içgüdü olarak belirtilen
kazanılmış davranışlar, yeni durumun sadece yapıtaşı ve malzemesi olarak
kullanılmaya başlanmıştır, içgüdü yerini zekaya, bilgiye bırakmaya
başlamıştır.
Vücuttan bir kablo demeti şeklinde sinirleri getiren omuriliğin ön kısmı
gelişerek ilk olarak vejetatif merkezleri, daha sonra geçen yüz
milyonlarca yılda sinir hücrelerinin yoğunlaşması ile beyin kökünü
meydana getirmiştir. Bu bölgenin de gelişme*siyle büyük beyin meydana
gelmiştir. Beyin kokunun üzerindeki ilk ek yapı, balık*larda sadece koku
alma ödevin! gören kısımdır. Bu ek yapı daha sonra tahmin edile*meyecek
kadar gelişerek büyük beyni yapar, ilk defa maymunlarda büyük beyin
diğer tüm beyin kısımlarım örtecek kadar büyümüştür .
Buna paralel olarak işlevleri de gittikçe organize olmaya başlar,
insanda beynin dış yüzü o kadar büyümüştür ki, kafatasında yer
bulabilmek için kıvrımlar meydana getirmiştir. Buna bağlı olarak sinir
hücreleri arasındaki sinaps sayısında da çok büyük artmalar ortaya
çıkmıştır. Abstrak (soyut) düşünmenin bu sinaps sayışma bağlı ola*rak
gelişme gösterdiği bilinmektedir. Ancak bu organizasyona ulaşmış beyin,
çevreyi objektif olarak tanıyabilme gücüne ulaşmıştır. Bu bilincin
kendisiydi. Bu bilinç gök*ten gelmemişti; en az dört milyar yılın
denenerek-seçilerek birikmiş görkemli bir tortusuydu. Geçmişteki sayısız
atanın, sabırla, özveriyle biriktirdiği deneyimlerinin ürü-nüydü.
Bireylerin kazandığı bu kalıtsal deneyimlerin eşgüdümü (koordinasyonu)
bilincin ve bir anlamda ruhun ortaya çıkmasına neden oldu. Ruh, bireye
özgü gibi görünmesine karşın, geçmiş tüm ataların kalıtsal mirasım
taşır. Ulaştığı en son aşama ise, atalarından miras aldığı bilgi ve
program birikiminin eşgüdümü ile ortaya çıkan yargı, yorumlama ve
yaratma niteliğidir. Daha sonra göreceğimiz gibi gele*cekte bu
gelişmenin en son aşaması evrensel düşünmenin ortaya çıkması olacaktır.
Çünkü evrendeki her değer, her yapı, her varlık bu düşünmenin bir
halkasını oluşturacaktır.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.arenafutbol.org
 
RNA Belleğinin Temel Taşı
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Leo Franco taşı!
» Böbrek Taşı
» Temel
» Küçük Temel
» araştırmacı temel

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey :: AF Cafe :: Eğlence :: Hazır Ödev ve Tezler :: Biyoloji-
Buraya geçin: