ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Rebellious
No-Post !
Rebellious


Favori Oyuncu : Metin Oktay
Mesaj Sayısı : 14623
Puan : 258171
Rep : 2564
Yer : Ali Samiyen
Cinsiyet : Erkek
Kayıt tarihi : 19/08/09
Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki I231076_gsli

Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki Empty
MesajKonu: Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki   Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki EmptyÇarş. Haz. 09, 2010 10:35 pm

Daha doğum anından itibaren bebeğin annesine mi yoksa babasına mı
benzediğini merak ederiz. Yeni doğan bebeği görenler, öncelikle bu
benzerlik konusundaki kanaatlerini açıklama gereği hissederler ya da
gerçekten ortada öylesine bir benzerlik vardır ki, kendilerini bu konuda
bir şey söylemekten alıkoyamazlar. Çoğu zaman "Hıh, deyip birisinin
burnundan düşmüş"üzdür Kime benzediğimiz, fiziksel özelliklerimizi, bazı
huylarımızı kimden aldığımız yaşamımızın sonraki dönemlerinde de insan
ilişkilerindeki temel ilgi alanlarından birisi olmakta devam eder. Çocuk
ya da genç, hoşa giden veya gitmeyen bir tutum gösterdiğinde, bu
tutumun hep hesapta tutulan sorumlularından biri de kalıtımsal
mirasıdır. Baba, matematikten "pekiyi" alan oğlunun başarısında, biraz
da kendi kalıtımsal mirasını etken olarak gördüğü için öğünür. Eşine
kimi huylarından dolayı kızgın olan anne, kızı bu baba huylarından
bazılarını gösterse, öfkesini yönelttiği kaynaklardan birisi de eşinin
kalıtımsal mirasıdır; o yüzden açık ya da gizli "çekmez olasıca!" diye
hayıflanır. Şöyle ya da böyle kalıtım, gündelik yaşamımızda büyük ve
büyülü bir yer tutar.

Gündelik yaşamımızda böylesine önemli bir yeri olan kalıtım, doğal
olarak tarihte, toplumsal ve politik yaşamda da "soy sop sorunu"
şeklinde hak ettiği yeri almıştır. Evlilikler, politik tercihler
sırasında, soyaçekimin bu büyüsel etkisi kendisini çoğu zaman hemen
hissettirir. "Kız anasına bakılarak alınır"; soyun gücüne inanç,
mezhepsel farklılıklara, babadan oğula geçen dinsel ve politik iktidar
biçimlerine yol açar; demokratik söylemin başat olduğu modern zamanlarda
bile partilerin başına soyaçekimin büyüsünden faydalanılacak liderler
seçilmeye çalışılır.

Kalıtımsal miras ve soyaçekim konusunun şüphesiz bilimsel tecessüsü
uyandırması gecikmemiş, "genetik", bilim dünyasının en önemli
alanlarından birisi haline gelmiştir. Bu yüzyılın ortalarında kalıtımsal
mirasın geçiş yolu olan kromozomların, genlerin ve genetik şifrenin
taşıyıcısı DNA'nın yapısının keşfiyle, insanlık tarihinde belki etkisi
gelecekte çok daha belirginleşecek olan "genetik devrim" ortaya
çıkmıştır. Genetik şifre hakkındaki artan bilgi, DNA'ların ayrıştırılıp
yeni yapılar elde etmek üzere yeniden birleştirilmesi (rekombinant DNA
teknolojisi), insanlığı diğer tüm devrimlerde olmadık biçimde politik,
toplumsal ve etik, yepyeni bir meydan okumayla karşı karşıya
bırakmaktadır. Artık tüm canlılarda, bitki, hayvan ve insanda istenilen
değişikliklerin ortaya çıkarılması ve kopyalama mümkündür. Moleküler
biyoloji ve gen mühendisliği gibi iki temel alandan beslenen yeni bir
bilimsel ve teknolojik alan olan biyoteknoloji, insan ve toplum için
inanılması güç olumlu vaadlerde bulunmaktadır. 1987'de Amerikalı ve
İngiliz bilimcilerin önderliğinde başlatılan "İnsan genomu projesi" tüm
hızıyla sürmektedir. Bu projeyle ilk aşamada insan genlerinin, ikinci
aşamada tüm DNA dizilimlerinin ayrıntılı bir haritasının çıkarılması
hedeflenmektedir. İnsan DNA'sında 3 milyar harf olduğu sanılmakta,
projenin başlangıcından beri 76 milyon harfin yerinin saptandığı, 2002
yılında 500 milyon harfin yerinin saptanmış olacağı bildirilmektedir.
Halen süren ama bir yandan da gerek bilimsel gerek politik çevrelerin
tepki ve eleştirilerine hedef olan bu proje, nihai amacı olan insan
genomundaki her noktanın DNA diziliminin elde edilmesini
gerçekleştirebilirse, ortaya çıkabilecek imkan ve sorunların bugünden
hayal edilmesi bile mümkün değildir.

Şu sıralarda İngiltere'de Cambridge'de sürmekte olan "İnsan Genetiği
Haritası Araştırması" için insan DNA'sından elde edilen 1 milyon kopya
derin dondurucularda saklanmakta, varılan sonuçlar Avrupa
Biyoenformasyon Enstitüsü (EBI) tarafından dünyaya açıklanmaktadır. EBI,
şimdiye kadar 20 bin organizmanın genetik yapısını bilimcilere
açıklamıştır. İnternetteki sayfasına her gün on bin kişi girip biriken
bilgiyi elde etmektedir. EBI'nın interteki sayfasını okuyanların sayısı
son bir yılda 7 kat artmış durumdadır.

Bugün "tıbbi genetik" bilgi sayesinde sağlanan bazı hastalıkların
nedenleri ve erken tanınması ile birlikte ortaya çıkan imkanların
"müthiş" bir düzeye gelmesi ve daha anne karnında hatalı genlerin hatalı
olmayanlarla değiştirilmesi yoluyla kesin etkili olacak "genetik
tedavi" ulaşılmak istenen ilk hedeflerdendir. Genetikteki çok hızlı
gelişme, yalnızca tıp alanıyla sınırlı değildir. İlaç şirketleri de,
genetik mühendislikte araştırma-geliştirmeye giderek aratan oranlarda
kaynak ayırmaktadır. Biyoteknolojinin tıp ve eczacılık dışındaki diğer
hedefleri arasında tarım ve petrokimya alanlarında pek çok ürünün ucuza
ve bol miktarda üretilmesini sağlamak bulunmaktadır. Genetik
çalışmaların böylesine gelişme ve tüm toplumsal ve ekonomik alanlara
yayılma eğilimi, "genetik araştırmaların ekonomisi"yle uğraşan
"genomics" adlı yeni bir bilgi türü bile ortaya çıkarmıştır.

Ancak insan söz konusu olduğunda, genetik devrimdeki ve
biyoteknolojideki tüm bu olumlu gelişmeleri gölgeleyen bazı soru
işaretleri ve eleştiriler ortaya çıkmaktadır. Tüm bunların sonucu olarak
geçenlerde aralarında ülkemizin de bulunduğu, İngiltere dışındaki 19
Avrupa ülkesi, araştırma amaçlı dahi olsa insan embriyosu üretimini ve
kopyalanmasını yasaklayan bir anlaşma imzalamıştır. Bir zamanlar,
örneğin matbaanın icadında olduğu gibi, bilimsel ve teknolojik
gelişmelere, dinsel ve ahlaki nedenlerle din adamları karşı çıkarlarken
bugün benzer gerekçelerle bizzat bazı bilimcilerin kendileri bilimsel
etkinliğin sınırlandırılması gerektiğini savunmaktadırlar.

İnsanın en bilmecemsi yanı, davranışlarıdır. İnsanla ilgili her türlü
bilmeceyi mutlaka çözme (!) azim ve kararlılığında olan genetik
bilimciler, uzunca bir süreden beri, felsefenin ve beşeri bilimlerin
yıllardır tartıştıkları konulara da el atmışlar; insanın (ve hatta
toplumun) karmaşık davranışlarının genetik bakımdan açıklanabilmesi için
bugüne kadar birçok araştırma yapmışlardır. Bazı fiziksel hastalıkların
genetik nedenlere bağlı olarak ortaya çıktıkları kanıtlanalı beri, önce
ruhsal hastalıkların daha sonra işsizlikten çapkınlığa,
homoseksüellikten toplumsal şiddete kadar tüm etik, politik, ekonomik
sorunların nedenleri DNA dizilimlerinde aranmaya, insanı her türlü
davranışının sorumluluğundan muaf tutmaya çalışan bir gayret başlamış,
bir nükleotid'in değişimiyle bu sorunların düzelebileceği şeklinde
hayaller kurulmuştur. Bu hayal ticaretinin kışkırtılmasında medyanın
rolü hiç de azımsanmayacak bir ölçüdedir.

Genetik devrimin ve biyoteknolojinin önemi, hem gelişmiş ülkelerin
hükümetleri hem de uluslar arası büyük şirketler tarafından çoktandır
kavranılmış, bu alanda çok ciddi yatırımlar yapılmıştır. Tüm bunlar
nedeniyle, zaten eskiden beri gündelik yaşamda büyük ve büyülü etkiye
sahip olan kalıtım ve soyaçekim sorunu, bu kez bilimsel bilgi ve
teknolojideki gelişmelerin sonuçları olarak ilerideki günlerde
hiçbirimizin kayıtsız kalamayacağı biçimde önümüze gelecektir. Bilgiler
yenilenmeli, tüm toplumsal yaşamı derinden sarsacak olan durumlara ve
tartışmalara hazır olunmalıdır.

İnsan, diğer canlılardan ne kadar farklı?

Diğer canlılardan farklılığımızı ortaya koyabilmek için düşünürler,
bizim "konuşan", düşünen", "gülen", "politik davranan", "üretim araçları
yapan" "hayvan" olduğumuz şeklinde formüller öne sürmüşlerdir. İnsanın
diğer canlılarla karşılaştırıldığında ilk bakışta göze çarpan yanı, onun
karmaşık ve zengin yapıya sahip olduğudur. Biz insanlar yaşayan bir
organizma olarak, yaşam döngümüzün her aşamasında, hem doğuştan
getirdiğimiz genetik mirasa hem de çevresel etkenlere bağlı bir biçimde
görünüm ve davranış olarak farklılaşır dururuz. Bu farklılaşan
özelliklerimizin bazıları, örneğin aramızdaki zengin duygusal ve
düşünsel iletişimi sağlayan dil gibi, diğer canlılarda olmayan yalnızca
bizim türümüze özgü kimi niteliklerdir. Saldırganlık ve şefkat gibi kimi
tutum ve davranışlarımız ise, ilk bakışta diğer canlı türlerinde de
bulunabilen özellikler olarak görünmektedirler. Gerek insana özgü
gerekse de insana özgü olmayan bu geniş ve zengin davranış, duygu,
düşünce dünyasının neye göre belirlendiği, nasıl şekillendiği sorusu
insanlığın sorduğu en temel sorulardan birisidir.

İnsanın davranışlarını nelerin belirlediği sorusunun cevabı ahlakla,
bilimin kesiştiği bir yerde bulunmaktadır. Düşünce ve dinler tarihi, bu
sorunun cevabıyla ilgili tartışmalarla doludur. İnsan davranışlarına
yüzeysel bir bakışla yaklaştığımızda onları, büyük ölçüde kişilik
özellikleri, dünya görüşü gibi etkenlerin belirlediği sanabiliriz.
Bunları nelerin belirlediği sorusu ise, bir süreden beri bilimin temel
ilgi alanlarından birisi haline gelmiştir. Önceleri bu soruyu gündemine
doğrudan almasa da, günümüzde ulaştığı birikimle genetik bilimi, insanın
kalıtsal yanını araştırarak bu soruya bir ölçüde cevap bulmaya
çalışıyor. İnsanın biyolojik ve bedensel yapısını, ebeveyninden miras
olarak aldıkları ne ölçüde belirlemektedir sorusuna oldukça net
sayılabilecek cevaplar verdiği söylenebilen genetik, şimdi de bu miras
olarak aktarılanların davranışlarımıza ve ruhsal yapımıza olan
etkilerini araştırmakta, yeni ve çoğu zaman sansasyonel tezler öne
sürmektedir.

Son 150 yıldır yapılan bilimsel araştırmalar, insan dışındaki canlılarda
kuşaktan kuşağa aktarılan türler arası ve tür içinde gözlenen
farklılıklardan çoğunlukla kalıtsal etkenlerin sorumlu olduğunu
göstermiştir. Ancak söz konusu olan insan varoluşu olduğunda, bu kadar
kolay çıkarımlar yapılamamaktadır. Bugün bilim çevrelerinde genel olarak
kabul gören yaklaşım, insan varoluşunun karmaşıklığı ve zenginliği
dolayısıyla basitçe genlerin etkisiyle açıklanamayacağı ama genleri
hesaba katmadan da bir insan olarak potansiyellerimizin ve
zayıflıklarımızın biyolojik-bedensel temellerini anlayamayacağımızdır.

İnsan organizmasını belirleyen en önemli etkenlerden birisini,
atalarımızdan kalıtım yoluyla devraldığımızın pek tartışılacak yanı yok
gibidir. Tartışma, daha çok bu mirasın sonradan çevresel-kültürel
etkenlerle ne kadar değişikliğe uğradığı ve ne ölçüde davranışlarımızda
etkili olduğu konusunda çıkmaktadır. Atalarımızdan bize kalan mirasın
yalnızca dış görünüşümüzü ve beden yapımızı değil, ama aynı zamanda,
belli ölçülerde kalmak koşuluyla ruhsal özelliklerimizi (kişiliğimiz,
huylarımız, tutumlarımız) de etkilediği genellikle kabul edilmektedir.
Hatta Noam Chomsky gibi bazı ünlü dilbilimcilerin, insanın dili kullanma
potansiyelinin bile genetik olarak aktarıldığı ve doğuştan getirildiği
şeklindeki kanaatleri saygıyla karşılanmaktadır. Ama genetik mirasın
etkisi konusunda ortaya çıkan bu geniş fikir birliği, çevresel-kültürel
etkenlerin rollerinin küçümsenmesine yol açmamaktadır. Yine bugün kabul
edilen görüşe göre, doğum öncesinden başlayarak ölene dek çevresel
etkenlerin genetik mirasımızı, hatta yalnızca davranışsal olanlarını
değil, biyolojik olanlarını bile, etkilemekte ve dönüştürmektedir.

Bilim dünyasında bedensel-biyolojik ve ruhsal-davranışsal yapımızı
birlikte şekillendiren bu faktörlerin genetik-kalıtımsal olanlarına
"doğuştan getirdiklerimiz", çevresel-kültürel etkilerle oluşan
özelliklere "sonradan kazandıklarımız" denilmektedir. Bu yazıda
"sonradan kazandığımız" çevresel-kültürel etkenler ve bedensel-biyolojik
yapımız üzerinde değil de, daha çok "doğuştan getirdiğimiz"
genetik-kalıtımsal faktörlerin ruhsal-davranışsal yapımız üzerindeki
etkilerini ele alacağız. Böyle yapmakla, genetik devrim ve biyoteknoloji
alanındaki gelişmelerin bizi sürükleyeceği tartışmalarda, genetik ve
davranış ilişkisi konusunda gerekli temel bilgi donanımının elde
edilmesine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. Onları bu yazı dolayısıyla
şimdilik dışarıda tutmamız, hiçbir şekilde çevresel-kültürel etkenlerin
davranışlarımızdaki rollerini küçümsediğimiz şeklinde anlaşılmamalıdır.

"Doğuştan getirdiğimiz" genetik miras mı yoksa "sonradan kazandığımız"
kültürel-çevresel etkenler mi davranışlarımızın şekillenmesinde önem
taşırlar tartışmasının, bilim dünyasında birçok başka tartışmada
uzantıları bulunmaktadır. Bunların başında ünlü "doğa mı, yetiştirme mi"
(nature-nurture) ya da "içgüdü mü, öğrenme mi" tartışmaları
gelmektedir.

Doğaya karşı yetiştirme; İçgüdülere karşı öğrenme

İnsanın bazı özellikleri tamamıyla kalıtımsaldır, yani ona doğuştan
verili özelliklerdir. Örneğin göz rengimiz, burnumuzun şekli,
parmaklarımızın sayısı gibi birçok bedensel özelliğimiz hemen tamamıyla
kalıtım tarafından belirlenmektedir. Bazı özelliklerimiz ise tamamıyla
çevreseldir: Saçımızı kestirme biçimimiz, konuştuğumuz dilin türü,
giyinme biçimimiz gibi. Çoğu özelliğimiz içinse böyle net bir ayrım
yapabilmek oldukça güçtür; onlar, her iki grup etkenin karşılıklı
etkileşimi sonucunda ortaya çıkarlar.

İnsan davranışları, her ne kadar kavramlar içerikleri konusunda bir
fikir birliği bulunmasa da, öteden beri içgüdüsel ve öğrenilmiş olarak
ikiye ayrılırlar. Bu ayrımda içgüdüsel davranışlar üzerinde
doğal-genetik etkenlerin, öğrenilmiş davranışlar üzerinde ise yetişilen
çevre ve kültürün daha çok rol oynadığı ve onları belirlediği kabul
edilmektedir. İçgüdüsel davranışların daha çok hayvanlarda olduğu,
insanda çok az bulunduğu veya insanın gerçek anlamda içgüdüsel
denebilecek hiçbir davranışı olmadığı ileri sürülmektedir. Ancak yapılan
çalışmalar ve gözlemler, hayvanlarda olduğu gibi tam olarak belirlenmiş
olmasa da insanlarda da en azından eğilim (trait) diyebileceğimiz
şekilde türe özgü kimi davranış kalıpları olduğunu göstermiştir.

İçgüdüsel davranışlar üzerine olan bu tartışmalar yıllardır sürüp
gitmektedir. 19. yüzyıl sonlarından bu yana, hayvanların karmaşıklık
düzeyi ile içgüdüsel davranışlar arasında bir ters orantı olduğu, yani
gelişmişlik düzeyinin artışıyla içgüdüsel davranışların azaldığı,
özellikle alt sınıf hayvanlarda ise bu tür davranışların fazla olduğu
konusunda bir anlaşma sağlanmış gibi görünmektedir. Ancak bu tarihsel
açıklamaların çoğu, araştırma sonucu saptanmış bulgulara dayanmamakta,
henüz "bilimsel önyargı" düzeyinde bulunmaktadır.

Modern bilimsel yöntemlerle bu konunun araştırılması, 19. yüzyılın
sonlarında Charles Darwin'le başlamıştır. İngiliz bilim adamı Darwin,
1859'da yayınlanan ünlü kitabı "Türlerin Kökeni" ile , daha önce kimi
felsefeciler tarafından ortaya konulan "doğal ayıklanma" görüşüne
dayanarak türlerin gelişimini açıklamayı denedi. Darwin türlerin
evrimiyle ilgili çalışmalarında, insanın evrimi ile basit hayvanların
evrimi arasında çok keskin bir kopukluğun ya da süreksizliğin olmadığını
söylemiştir. Bundan dolayı Darwin ve yandaşları, hayvanlardaki
davranışların sadece içgüdülerle değil, tıpkı insanlardaki gibi temel
yorumlayıcı zihinsel etkinliklerle ortaya çıktığını öne sürmüşler, aynı
şekilde insanın ve basit hayvanların ortak evrimsel süreçten geçtiğini,
temel içgüdüsel davranışların insanda da yer aldığını ilke olarak kabul
etmişlerdir.

Darwin'in bu görüşlerine paralel olarak hemen hemen onunla çağdaş olan
ruhbilimci Sigmund Freud, tüm normal ve normal dışı insan
davranışlarının genetik olarak belirlenen iki temel içgüdünün etkisiyle
çıktığını savunmuştur: Bunlar, yaşam içgüdüsü (libido-Eros) ve
saldırganlık-ölüm içgüdüsü (destrudo-Thanatos)'dür. Freud, bu iki temel
içgüdünün doğuştan geldiğini tüm insanlarda ortak olduğunu ve insanın
ruhsal yaşamını ve davranışlarını belirleyen temel organizasyonun bu iki
gücün etkisi altında biçimlendiğini söylemiştir. Bir sosyal psikolog
olan William Mc Dougall ise insanın, Freud'un sandığı gibi yalnızca iki
değil, kaçma, tiksinme, kavgacılık, toplumsallık vs.. gibi en azından
bir düzine içgüdüye sahip olduğunu savundu.

İnsanın içgüdüsel davranış teorisi, John Watson ve takipçisi davranışçı
bilimciler tarafından reddedildi. Watson ve öğrencileri, davranışın
tamamen doğuştan programlanmış ve öğrenilemez olduğu fikrine karşı
çıktılar. Bazı davranışçılar ise, alt sınıf hayvanlarda programlanmış ve
öğrenilemez küçük, tekrarlayıcı davranışların olduğunu söylemelerine
rağmen; gelişkin türlerde davranışın içgüdüsel olmadığını ve hemen her
davranışın öğrenilmiş olduğunu savundular. Bu bilimciler, iyi kontrol
edilen çevresel koşulların olduğu ortamlarda bile beklenmedik, küçük bir
çevresel uyarının bazı öğrenilmiş davranış kalıplarına yol açtığını
deneyleriyle göstermeye çalıştılar. Bunlar arasından daha da ileri giden
bazıları ise, bırakın davranışları, bazı temel reflekslerin bile
öğrenme ve deneyim sonucu ortaya çıktığını öne sürdüler. Onlara göre,
Freud ve Mc Dougall gibi davranışların içgüdüsel olduğunu söyleyen bilim
adamlarının teorilerini ispatlama şansları yoktu zira teorileri deney
ve gözlemlere uygun değildi. Onlara göre, zihin, gözlenebilir davranışın
ta kendisiydi; içgüdü teorisyenlerinin gözlemle değil, masa başında
düşünerek analizle ortaya çıkardıklarını ileri sürdükleri ve zihnin
içsel mekanizmaları diye ilan ettikleri şeyler, gözlemlenemediklerinden
deneysel olarak da ispatlanamazlardı. Davranışçılar, bir yaklaşıma
gerçekten bilimsel denilebilmesi için davranışın gözlenebilir ve
deneysel olarak müdahale edilebilir olması gerektiğini söylüyorlardı.

Davranışçılar, 1920 ve 1950'li yıllarda, özelikle ABD'nde, insan
davranışının biçimlenmesinde sonradan kazanılan, öğrenilen yanına dikkat
çekerlerken bu sırada Konrad Lorenz ve Nikoloas Tinbergen gibi
Avrupa'lı zoolojistler, dikkatlerini doğal koşullarda ortaya çıkan
hayvan davranışlarının mekanizmaları üzerinde odakladılar. Yeni doğan
hayvanların davranışlarını incelediler ve doğuştan gelen tekrarlayıcı
gözlenebilir motor hareketlerin içgüdüsel kökeni konusunda biyolojik
araştırmalar yaptılar. Çeşitli hayvan türleri üzerine yaptıkları
araştırmalar, içgüdü teorisi ve davranışcı teori arasında kısmi bir
uzlaşma sağladı. Sonuç olarak birçok hayvan davranışının ne çevreden hiç
etkilenmeden, öğrenilmemiş içgüdüsel davranışlar olduğunu ne de
tamamıyla çevreden etkilenmeye açık öğrenilmiş davranışlar olduğunu
ortaya koydular. Kendilerine etholog denen ve "etholojist ekol" adını
alan bu bilimciler, birçok hayvanın genetik yapısının, dıştan ve içten
gelen etkilerle şekillenen davranışlar çıkardıklarını savundular. Bu
araştırmalardan bazıları oldukça ün kazandı.

Bunlardan birisinde Konrad Lorenz, yumurtadan yeni çıkan ördek
yavrularının nasıl olup da hemen hangi ördeğin annelerini olduğunu
bilerek, onu takip etmeye koyulduklarını ve onların çağrılarına cevap
verdiklerini inceledi. Lorenz, ortaya koydu ki, ördek yavruları bu
becerileri, deneyim yoluyla ancak çok özel bir biçimde öğrenmektedirler.
Ördek yavruları, anne diye ilk gördükleri orta boylu ve hareket
halindeki şeyin peşi sıra gitmektedirler ve zaten normalde de bu orta
boylu ve hareket halindeki şey anne olmakta, böylelikle bu konudaki
içgüdüsel bilgi de yavrular için bir avantaj oluşturmaktadır. Lorenz'in
deneyinde de ördek yavruları kuluçka makinesinden çıkar çıkmaz
gördükleri ilk hareket eden nesne olarak araştırmacı Lorenz'i anneleri
kabul edip onu takip etmeye başlamışlardır. Lorenz'i anneleri olarak
belleyen yavrular, araştırmacının sonradan ortama getirdiği gerçek
anneleriyle hiç ilgilenmemişlerdir. Daha sonra yapılan araştırmalarda da
yavru ördeklere doğru boyutta ve hareket halinde her nesneyle etkilenim
yaptırılabileceği ortaya çıkmıştır. Bir grup yavru ördek, iple çekilen
büyük bir balonu bile anneleri olarak kabul etmişlerdir. Ancak bu özel
etkilenimin oluşabilmesi için doğru uyaranın uygun zamanda verilmesi
gerekmektedir. Doğdukları günlerde çevrelerinde uygun boyutta hareket
halinde bir cismin hareket etmemesi halinde, yavru ördekler, hiçbir şeyi
anneleri olarak kabul etmeyeceklerdir. Yavruların içgüdüsel bir
biçimde, doğuştan bildikleri şey, hareket halinde
ve;mso-bidi-font-size:13.5pt;font-family:Arial">Bu alanda bir başka
ünlü çalışma Tinbergen'in yumurtadan yeni çıkan ringa martılarıyla
yapmış olduğudur. Yumurtadan yeni çıkan martı yavruları, annelerinin
gagasını gagalayarak ondan yiyecek almak zorundadırlar. Yavru martı,
yalnızca gagaladığında beslenebilir aksi takdirde örneğin kör yavrular,
açlıktan ölmeye mahkumdurlar. Tinbergen, çalışmasında bu doğuştan gelen
tepkileri harekete geçiren şeyin ebeveynin gagasının ucundaki kırmızı
nokta olduğunu göstermiştir. Yavru martı, ona üzerinde böyle bir nokta
bulunan kartondan yapılmış bir gaga gösterdiğinizde bunu gagalamaya
başlayacak, üzerinde bu noktanın bulunmadığı kartonu ise
gagalamayacaktır.

Tinbergen'in bu çalışmasının yorumu da tıpkı Lorenz'in çalışması
gibidir: Doğuştan getirilen içgüdüsel bilgilerin varlığı kesin olmakla
birlikte, onların davranış olarak yaşama geçmesini sağlayan şey,
çevresel etkenler yoluyla edinilen deneyimdir.

Ethojinin insan davranışının açıklanmasına katkıları

Etholojik araştırmaların insan davranışı incelemelerine etkisi, iki
yönden olmuştur. Bunlardan birincisi, etholojik araştırmalardaki genetik
faktörün önemini öne çıkartan sosyobiyoloji alanındadır; ethologların
hayvan davranışı incelemelerinden yola çıkan sosyobiyologlar, evrim
konusunda Darwin'in bakışından oldukça farklı bir yaklaşım
geliştirdiler. Onlara göre, evrimin amacı soyun sürekliliğini sağlamaya
yöneliktir; birsoyun üyesinin davranışlarına soyunu korumaya ve onun
sürekliliğini sağlamaya yönelik, "soy seçici" içgüdüler yön verirler. Bu
soy seçici tutumlar, insan davranışlarının da temelini oluşturur. İnsan
davranışlarını da genetik olarak getirdikleri, soyu korumaya yönelik
içgüdüsel tutumlar belirlemektedir; kültürel ve öğrenme yoluyla ortaya
çıktıkları sanılan tüm insan etkinlikleri aslında, içgüdüsel olarak
insan türünün sürekliliğini sağlamaya yönelik faaliyetlerdir.

Etholojinin insan davranışının açıklanmasına ikinci etkisi ise,
sosyobiyolojinin tam tersine, anne-bebek ilişkisinin önemini öne
çıkartan bir şekilde olmuştur. Harlow'un maymunlarla yıllar süren
araştırmalarının sonucunda, maymunlarda anne-bebek ilişkisinin onların
sonraki yaşamlarında nasıl bir ruhsal ve toplumsal gelişme
göstereceklerini belirlediği kanaatine varması ve ardından bu kanaatinin
tüm memeliler için geçerli olduğunu söylemesi, çocuk ve erişkin
psikiyatrisi üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Başta John Bowlby olmak
üzere etholojiden etkilenen psikiyatristler, erişkin yaşamda ortaya
çıkan birçok ruhsal rahatsızlığın anne-bebek ilişkisindeki
toplumsal-duygusal bağın ve güvenli bağlılık ilişkisinin yeterince
gelişmemesiyle ilgili olduğunu öne sürmüşlerdir.

Şüphesiz ethologların bu ve benzeri birçok deneysel sonuçlarına,
hayvanlardan elde edilen sonuçların insanlara genellenemeyeceği
söylenerek karşı çıkılabilir. Bu eleştiride bir haklılık payı vardır.
İnsan yavrusu, hayvanlarda olduğu gibi, dünyaya ayrıntılı içgüdüsel
tepki mekanizmalarıyla gelmemekte; oldukça bağımlı ve çaresiz bir
durumda bulunmaktadır. Kaldı ki, yaşamları boyunca pek bir şey
öğrenmelerine gerek olmadan içgüdüsel bilgileriyle var kalabilen
hayvanlardan ayrı olarak, insan bilgisinin pek çoğunu öğrenerek elde
eden ve bunları içgüdüleriyle değil aklıyla yapan bir varlıktır. Ama
insan ve hayvan arasındaki tüm bu farklılıklar yine de insan zihninin
doğum sırasında, bazı filozofların sandıkları gibi, boş bir levha
(tabula rasa) olmadığı; belli uyaranlara karşı doğuştan gelen
tepkilerden tümüyle mahrum kaldığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, yeni
doğan bebek, emme tepkisini nasıl göstereceğini bilmektedir. Aynı
şekilde, yeni doğan bebekler, etrafındakileri elleriyle nasıl
kavrayacaklarını bilirler; yani dokunuşla ilgili uyaranlara nasıl tepki
vereceği konusunda programlanmışlardır.

Davranışlarımızdaki kalıtım mirasının alt-yapısı

Bir tür olarak genetik yapımızı kromozom adını verdiğimiz insanı
oluşturan en küçük birim olan hücrenin çekirdeğinde yar alan 46 adet düz
bir şekilde sıralanmış gen veya kalıtım ünitesi oluşturur. Bu gen
topluluğunun sayı ve yapısı hem tür içinde hem de türler arasında
farklılıklar gösterir. Türler arasındaki farklılıklardan ayrı olarak tür
içindeki farklılıklar da, belli ölçülerde genetik etkenlere bağlıdır;
yani örneğin insan türündeki her bireyin cinsiyet, boy, zeka gibi birçok
fiziksel ve ruhsal eğilimi en azından şu ya da bu ölçüde genetik
kontrol altındadır. İnsanlar arasında sadece tek yumurta ikizlerinde bu
genetik yapı birbirinin aynısıdır.

Genlerin varlığını ilk kez 1865'de Moravya'lı bir rahip olan Gregor
Mendel adlı bilim adamı ortaya attı. Mendel, bitkilerin melezleşmesiyle
ilgili gözleme dayalı deneyler yapana kadar, soyaçekim, anababa
özelliklerinin çocuklarda ve sonraki nesillerde rastgele aktarıldığı bir
durum olarak biliniyordu. Mendel'in ünlü deneyleriyle birlikte,
soyaçekimin gen adı verilen birimlerin belli bir uygunlukta bir araya
gelmesinden oluştuğu anlaşıldı. Ancak tür özelliklerinin nesilden nesile
aktarılmasının ayrıntılı mekanizmalarının bilinmesi oldukça yenidir.
Mendel'in bu fikri yaklaşık 35 yıl unutulduktan sonra 1900'lerin başında
önemi farkedilmeye başlandı. 20. Yüzyılın başında öncelikle genleri
taşıyan renkli cisimler, kromozomlar saptandı. Özellikle insan
genetiğiyle ilgili bilgilerin gelişiminde ise, 1956'da J.H. Tijo ve A.
Levan'ın insanda 23 çift kromozom olduğunu belirlemeleri önemli bir rol
oynadı. Bugün artık bilinmektedir ki, nesilden nesile geçiş, gen adı
verilen, kromozomlar üzerinde yerleşmiş organik birimler aracılığıyla
olmaktadır ve kromozom sayıları türlere göre değişiklik göstermektedir.
Kromozom sayısının türün gelişmişliği ve karmaşıklığıyla bir ilişkisi
yoktur. Örneğin tavuklarda 78 kromozom vardır. Yine artık, yeni bir
organizmanın cinsiyetinin ve saç ve göz rengi gibi fiziksel
özelliklerinin genetik kurallara göre olduğu; bu geçişin kromozomlardaki
DNA moleküllerinin içerdiği aminoasitlerin kendi aralarında değişik
biçimlerde bir araya gelerek oluşturdukları genetik şifreye göre
sağlandığı; genetik geçiş sırasında kromozom hatalarının ve bazı sakat
genlerin geçişine bağlı olarak genetik hastalıkların ortaya
çıkabilecekleri bilinmektedir. Normalde genler aşırı derecede sağlam ve
değişmez niteliktedir ve hücre bölünmesi esnasında tam bir kopyalarını
üretirler. Bu kopyalama esnasında olabilecek değişiklikler genellikle
zararlıdır. Evrim kuramı kopyalama esnasında nadiren olabilen bu
değişikliklerin (mutasyon) olumlu olanlarına dayanmaktadır.

Genler, kimyasal olarak deoksiribonükleik asit (DNA) denilen yapılardan
oluşurlar. Bu DNA yapılarında insan bedeninde yer alan çeşitli yapısal
proteinlerin kalıpları bulunur. Yani proteinler, bu DNA dizileri
aracılığıyla üretilirler. Yalnız işin ilginç yanı, herhangi bir anda bir
insanda DNA'lardan oluşan genlerdeki bu materyalin yaklaşık %1' i
protein sentezine aracılık etmektedir. Yani insanın genetik materyalinin
hepsi kullanılmamakta, bir kısmı belli özel koşullar altında çalışmaya
ve ifade edilmeye başlamaktadır. İnsanın davranışlarıyla ilgili ana
biyolojik sistem olan merkezi sinir sisteminin gelişimini düzenleyen
genlerin kesin sayısı bilinmese de bazı bilim adamları insandaki tüm
genetik materyalin yaklaşık 1/3 ünün bu iş için ayrılmış olduğunu
saptamışlardır. Bunun anlamı, insan kromozomlarında yer alan yaklaşık 50
bini aşkın genin en az 15 bin ila 20 bininin merkezi sinir sisteminin
oluşumu ve işlev görebilmesi için çalıştığıdır. Yani davranışın meydana
gelmesinde aracılık eden sinir hücrelerinin hem oluşumu hem de
aralarındaki iletişiminin sağlanması, sürekliliği ve düzenlenmesi için
gerekli proteinlerin sentezini, sonsuz sayıda değişkenlikle dizilmiş DNA
birimlerinden oluşan genlerin bir kısmı yönetmektedir.

Moleküler biyolojideki son gelişmeler davranışın genler tarafından bire
bir kodlanmadığını ortaya çıkarmış; "tek gen=tek davranış" şeklinde bir
bağlantı olmadığı anlaşılmıştır. Genler, davranışın ortaya çıkmasından
sorumlu sinir hücresi topluluğunun hem yapısal hem de metabolik
işleyişinden sorumlu olan proteinlerin sentezi için gerekli kodları
içermektedirler. Belli genleri dönüştürülerek, yapısı değiştirilmiş
hayvanların öğrenilmiş davranış kalıplarında bozukluklar ortaya çıktığı
bugün bilinen bir gerçektir. Yapılan incelemelerde, o genin veya
genlerin yapımından sorumlu oldukları biyolojik bakımdan aktif
maddelerin eksikliğine veya hatalı işleyişlerine bağlı olarak ilgili
sinir hücrelerinde metabolik ve fonksiyonel bozukluklar saptanmıştır.

Sinir hücreleri arasındaki kavşaklarda davranışın boyutunu belirleyen
biyolojik olarak aktif moleküllerin (serotonin, dopamin, norepinefrin
vb..) sentezi, yıkımı, miktarları, genler tarafından kodlanan enzimler
sayesinde olmaktadır. Ayrıca genler hormonlar ve hormon benzeri
düzenleyici moleküllerin kodlarını da taşımaktadırlar.

Davranışta kalıtımın rolünün kanıtları

İnsan davranışının ortaya çıkması için gerekli alt-yapının
hazırlanmasında ve işleyişinde büyük bir öneme sahip oldukları artık
kabul edilmekle birlikte, genlerin insanın toplumsal davranışının
belirlenmesinde ne gibi bir rol üstlendikleri henüz yeterince
bilinmemektedir. Maymunlarda yapılan bir çalışmada, yeni doğan
maymunlar, annelerinden ve diğer maymunlardan ayrılmışlar ve verecekleri
tepkileri ölçmek üzere, onlara birçok fotoğraf gösterilmiştir. İlginç
olan, yeni doğan maymunların yalnızca maymun içeren fotoğraflara yoğun
ilgi göstermeleridir. Yeni doğan maymunlar, on haftalık olduklarında,
korkutucu maymun resimlerine bile yoğun ilgilerini sürdürmekte ama
yaşları daha da büyüdüğünde korkutucu maymun resimlerinden rahatsız
olmaktadırlar. Bu deneyden çıkan sonuç, maymun türlerinde doğuştan gelen
ama sonradan serbest bırakılan bazı davranış kalıplarının olduğudur.

Genetik donanımın insanın davranışlarındaki rolünün bilinememesinde işte
bu tür hayvanlarda yapılan cinsten deneyler yapma imkanının
bulunmamasıdır. Bu nedenle, genetik yönden ayrıntılı çalışmalar
yapılmadığı halde, kültürden kültüre farklılıklar gösteren evlilik, din
ve bağlılık, biçimleri gibi davranışların öğrenilmiş ve kültüre özgü
oldukları genel kabul görmüştür. Genetikçileri hem çileden çıkaran hem
de yeni araştırmalar için güdüleyen, insan araştırmalarının sınırlılığı
ve bu tip kültürcü önyargılardır. Çünkü onlar, her şeye rağmen insan
davranışında doğuştan gelen kalıtsal kalıpların rolüne işaret eden bazı
gözlemler olduğu kanaatindedirler. Bu gözlemler, bazı insan
davranışlarının evrensel olması, hangi kültürde olursa olsun her insanda
aynı kalıpta ifade edilmesi; maymun deneyinde olduğu gibi insanlarda
da, özgül bir uyarana aynı tekrarlayan davranış kalıplarının bulunması;
insanlarda da öğrenilme şansı olmayan motor tekrarlayıcı davranışların
olması gibi gözlemlerdir.

Örneğin doğuştan kör bebeklerde yapılan gözlemlerde bu bebeklerin
mimikleri öğrenme şansının çok çok az olduğu göz önüne alındığında şu
sonuçlara varılmıştır. Bu bebeklerin mimikleri normaldir. Ayrıca kör
bebeklerin gören bebekler gibi gülümsemeyle karşılık verdikleri sesin
kaynağına doğru baş ve gözlerini çevirmeleri doğuştan gelen bu
davranışların öğrenmeden çok az etkilendiğini düşündürmektedir.

Yine örneğin, derin tendon refleksleri, göz kırpma refleksi gibi motor
davranışlar; açlık, susuzluk, seks gibi güdüsel davranışlar tüm
insanlarda evrenseldir. Kültürden kültüre şiddeti değişmekle birlikte
tüm insanlar sosyal ilişki ve duygusal tatmin ararlar. Kızgınlık,
sevinç, üzüntü gibi duygusal tepkilerin mimiklerle anlatımı evrensel
özellikler taşır. Büyük olasılıkla bunlar doğuştan getirdiğimiz, genetik
olarak programlı davranışlardır.

İnsanda da sabit hareket dizeleri şeklinde tekrarlayıcı davranışlar
vardır. Korkma, gülme, bu gibi davranışlara örnektir. Yeni doğan
bebeklerde gülme davranışının erken dönemlerde bir çift göz imgesine
karşı oluşan, özgül uyarana karşılık olarak yapılan, tekrarlayıcı ve
aynı kalıbı gösteren davranışlar olduğu saptanmıştır. Çocuk büyüdükçe
yüzün diğer detaylarına karşı da gülme davranışı oluşmaktadır.

Tüm bunlar, insan davranışında genetik geçişin varlığını destekleyen
gözlemlerdir. Ama her şeyden önce, bu gözlemleri pekiştiren, yukarıda
sunduğumuz davranışın genetik alt-yapısı alanındaki bilimsel bilgimiz,
yani zihin ve davranışın beynin bir ürünü olarak ortaya çıkmasının,
beynin işleyişinin de genetik faktörlerden etkilenmesinin kaçınılmaz
olduğunun bilinmesi, genetik araştırmalar için tetikleyici etmenlerdir.

Ahlaki engeller yüzünden insan davranışının genetik nedenleri konusunda
ayrıntılı ve sistemli araştırmalar yapılamaması bir bilimsel bilgi
boşluğu yaratmakta, bu boşluk hem kültürcü hem genetikçi aşırı fikirler
tarafından doldurulmaktadır. Bu ahlaki engellerin kaldırılıp
kaldırılmaması, bir başka tartışma konusudur ancak açık olan durum,
insan davranışının kalıtımsal yönleri konusundaki bilgi boşluğunun ve
ideolojik önyargıların ortaya çıkmasında bu engellerden kaynaklanan
bilgi boşluğunun çok önemli bir yeri olduğudur.

İnsanın toplumsal davranışının genetik belirleyenlerini bilimsel olarak
saptama olanağı olmayınca, bu tartışmanın sürdürülebileceği en verimli
alan olarak karşımıza insan davranışının bir biçimde ve belli ölçülerde
bozulduğu ruhsal rahatsızlıklar çıkmaktadır. Çünkü ruhsal rahatsızlıklar
sırasında şöyle ya da böyle beynin zihni ve davranışı düzenleyici
işlevleri bozulmakta, şüphesiz bu işlevlerin ortaya çıkmasında, insanın
genetik donanımı önemli rol oynamaktadır.



Ruhsal rahatsızlıklar ve kalıtım

Bugün tıbbın alanına giren birçok rahatsızlıkta, belli ölçülerde
nesilden nesile geçiş olduğunu biliyoruz. Bu gerçek, ruhsal
rahatsızlıklar için de geçerlidir. Ruhsal rahatsızlıklarda kalıtımın
rolünün gösterilebilmesi için, ruhsal rahatsızlığı olan ailelerdeki soy
ağacı, ikizler, birbirlerinden farklı yerlerde büyütülmüş kardeşler
(evlatlıklar) incelenmekte, bu incelemeler kalıtımın rolüne işaret
ettiğinde doğrudan doğruya genetik geçişi sağlayan etkeni bulmaya
yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Hemen söylemek gerekir ki, bugüne
kadar doğrudan genetik geçişe bağlı olduğu kanıtlanmış olan bir ruhsal
rahatsızlık yoktur. Ancak yaygınlığı saptamaya yönelik incelemelerde,
birçok ruhsal rahatsızlığın toplumda genetiğin rolünü düşündürecek bir
dağılım gösterdiği fark edilmekte, bu tabloyu açıklamaya yönelik
kuramlar öne sürülmektedir. Örneğin çoklu-genetik geçiş kuramına göre,
ruhsal rahatsızlıklarda, genetiğin rolü, diğer genetik hastalıklarda
olduğu gibi tek bir gen üzerinden değil, birçok genin etkisiyle
olmaktadır. Ruhsal rahatsızlıkların birinci derecede akrabalarda fazla
görüldüğü halde, doğrudan genetik bir geçişten söz edilememesinin nedeni
budur.

Bu yazıda gerek bu konuda bir fikir vermek gerek evlilik, çocukların
durumu, diğer aile bireylerinin kendilerine yönelik kaygıları gibi
sorunlara kısmen açıklık getirebilmek için toplumda en sık rastlanılan
bazı ruhsal rahatsızlıklar ele alınacaktır.



Şizofreni

Genetikle ilişkisi üzerinde en çok çalışılan, hem hasta bireyi, hem
ailesini hem de toplumu birçok bakımdan güç durumda bırakan ruhsal
rahatsızlık olan şizofreni örneğini incelediğimizde konuyu daha kolayca
anlayabiliriz. Bireyin ruhsal yapısında ortaya çıkardığı yıkım
nedeniyle, en ağır ruhsal rahatsızlıklardan biri olan ama tedavisinde
oldukça belirgin umutlar bulunan şizofreninin toplumda görülme sıklığı
%1'dir. Şizofrenik bireylerin kardeşlerinde hastalığın görülme sıklığı
%8, şizofrenik ebeveynin çocuklarında görülme sıklığı sadece bir ebeveyn
şizofrenikse %12; her iki ebeveyn de şizofrenikse %40 dır. Şizofrenik
bir bireyin eş yumurta ikizinde şizofreni görülme sıklığı ise %48' e
kadar yükselmektedir. Aslında özellikle birbirlerinden doğumdan itibaren
farklı yerlerde büyütülmüş eş yumurta ikizlerinin durumu, hastalıklarda
genetik geçişin rolünün gösterilmesinde çok önemlidir. Bu önem
şizofreni için yapılan çalışmalarda da fark edilmiş ve birisinde
şizofreni saptanmış, eş yumurta ikizi olduğu ve ikizinin çok küçükken
farklı çevrelerde büyütüldüğü bilinen kimselerde, ikizinde ve hem
biyolojik hem evlatlık olma dolayısıyla ortaya çıkan akrabalarda çok
ayrıntılı çalışmalar yürütülmüştür. Ancak tüm bu çalışmalardan bugüne
kadar şizofrenide genetik geçişi gösterecek kesin bir sonuç elde etmek
mümkün olmamıştır.

Şizofrenik hastaların kan bağı olan akrabalarında hastalığın görülme
sıklığının artmış olması, işin genetik bir yanı olduğunu göstermektedir.
Fakat unutulmaması gereken önemli bir nokta, kalıtımsal yapı ve beden
özellikleri itibarıyla birbirinin aynı olan ikizlerde bile oranın %100
olmaması ve ancak %48' de kalmasıdır. Bu rahatsızlığın gelişiminde
çevrenin de bir katkısı olduğunu düşündürmektedir.



İki uçlu (Bipolar)mizaç bozukluğu

İki uçlu mizaç bozukluğu, periyodik olarak gelen ya depresyon ya da mani
ataklarıyla seyreden bir ruhsal rahatsızlıktır. Depresyon,
üzüntü,karamsarlık, umutsuzluk, isteksizlik gibi belirtilerle seyreden
bir ruhsal çökkünlük durumuyken manide çevreyi rahatsız edecek düzeyde
neşelilik, çoşku, enerji, büyüklük düşünceleri görülür. Depresyon ve
mani madalyonun iki yüzü gibi birbirlerine karşıt tablolar olduklarından
rahatsızlığa iki uçlu mizaç bozukluğu denilmiştir. Bu rahatsızlık,
genetik etkenin kendisini en belirgin olarak gösterdiği psikiyatrik
tablo olarak kabul edilir. Çünkü bu hastalığı olanların birinci derece
akrabaların yaklaşık üçte ikisinde değişik mizaç bozukluklarının ortaya
çıktığı hem klinik gözlemler hem yapılan aile incelemeleri sırasında
saptanmıştır. Hastalıktaki yüksek ailesel görülme oranları, moleküler
genetik alanında birçok çalışmayı teşvik etmiş, hatta 1987'de hastalığın
11.ci kromozomun kısa kolundaki genetik bir hataya bağlı olarak ortaya
çıktığı bile ileri sürülmüştür. Ancak bugüne kadar hsatalğın genetik
geçişinin kesin bir kanıtı gösterilememittir.



Sosyal fobi

Sosyal fobi özelinde hem normal olarak karşılanan kimi ruhsal
özelliklerin hem de ruhsal rahatsızlıkların nasıl aktarıldığını daha
ayrıntılı olarak ele alma imkanına sahibiz. Çünkü sosyal fobi,
"utangaçlık", "sıkılganlık" olarak bilinen normal ruhsal özelliklere
oldukça yakın belirtilerle seyreden bir ruhsal rahatsızlıktır. Sosyal
fobik hastalar, sosyal durumların çoğunluğunda (topluma karşı konuşma,
insanlarla birlikte yemek yeme, genel tuvaletleri kullanma vb.) olumsuz
bir şekilde incelendikleriyle ilgili gerçekle orantılı olmayan bir
korkuya sahiptirler. Sosyal fobide kişi yabancılarla veya diğer
bireylerin incelenmesiyle karşı karşıya kaldığı, sosyal veya performans
durumlarında belirgin ve sürekli bir şekilde korku duyar. Sosyal fobinin
temel özelliği, göreceli olarak küçük gruplarda diğer insanlar
tarafından incelenme korkusu şeklinde belirlenmiştir. Son yıllarda
yapılan çalışmalar bu rahatsızlığın eskiden sanıldığının aksine toplumda
oldukça yaygın olduğunu göstermiştir. ABD'nde yapılan son çalışmalarda
En sık görülen üçüncü ruhsal bozukluk olduğu saptanmıştır. Şimdi
kalıtımın bu hastalıktaki rolüyle ilgili bilgileri inceleyelim:

Özgün olarak sosyal fobi tanısı almış hastaların ailelerinde yapılan
çalışmalarda, sosyal fobisi olmayan kontrol grubuna göre, daha sık
oranda sosyal fobi saptanmıştır. Son bir çalışmada yalnızca sosyal
fobide değil, diğer tüm fobik bozukluklarda da ailesel yüklülüğünün her
fobi için özgül olduğu saptanmıştır. Yani bir bireyde hangi tür fobi
varsa onun ailesinde de o tür fobi görülme olasılığı diğer fobilere göre
daha yüksektir. Aynı şekilde tek yumurta ikizlerinin her ikisinde de
sosyal fobi bulunma olasılığı %24.4 bulunurken, çift yumurta ikizlerinde
bu oran %15.3 olmuştur. Tek yumurta ikizlerinde oranın daha yüksek
bulunması yine sosyal fobinin genetik bir bileşeni olduğunu
göstermektedir. Ama tek yumurta ikizlerindeki bu oranın %100 olmaması,
hastalıkta genetik olmayan etkenlerin de büyük ölçüde etkili oldukları
anlamına gelmektedir.

Şimdi doğrudan bir rahatsızlık sayılmasa da kişilerde bulunduğunda
onları oldukça rahatsız eden utangaçlık ve davranışsal ketlenme
davranışının kalıtımsal yönü üzerinde biraz durarak, normal davranış
dağarcığımızın oluşumunda kalıtımın rolünü bir parça aydınlatmaya
çalışalım.

Yeni veya tanımadığı insanlar karşısında tedirgin ve çekingen tavır alma
şeklinde tanımlayabileceğimiz utangaçlığın genetik geçişini incelemek
için yapılan ikiz çalışmalarında tek yumurta ikizlerinde utangaçlık
davranışı, çift yumurta ikizlerine göre birbirine daha benzer
bulunmuştur. Bununla birlikte gerek ikiz incelemelerinden ve gerek
evlatlık çalışmalarından elde edilen sonuçlara göre, utangaçlıkta
genetiğin katkısı, çevresel etkenlerin rolünü düşündürecek şekilde orta
düzeydedir.

Tanıdık olmayan ortamlara, insanlara, ve nesnelere karşı aşırı korku
duyma olarak tanımlanan davranışsal ketlenmenin sosyal fobinin çocukluk
çağındaki öncülü olduğu öne sürülmektedir. Yapılan bir çalışmada
davranışsal ketlenmesi olan çocukların ebeveynlerinde sosyal fobi
sıklığı %18 , davranışsal ketlenmesi olmayan çocukların ana babalarında
ise hiç sosyal fobi saptanmamıştır. Bu çarpıcı farklılık, ailesel
etkenlerin davranışsal ketlenmede önemli bir rol oynadığını
düşündürmektedir.



Panik bozukluğu ve agorafobi

Panik bozukluğu, kendisini çarpıntı, nefes alamama hissi, terleme,
titreme, baş dönmesi gibi ani bunaltı belirtileriyle ve ölüm ya da
delirme korkusuyla gösteren ataklarla seyreden toplumda oldukça sık
görülen bir ruhsal rahatsızlıktır. Agorafobi, genellikle daha önce panik
atağı geçirmiş kişilerde görülen, kapalı yerlerde yalnız kalamama
şeklinde ortaya çıkan bir başka bozukluktur. Her iki rahatsızlık da
kadınlarda erkeklerden iki kat daha fazla görülür. Yapılan aile
araştırmalarında hem panik bozukluğu hem agorafobisi olan kimselerin
birinci derece yakınlarında bu rahatsızlığa yakalanma riskinin oldukça
artmış (%50'ye kadar) olduğu saptanmıştır. Bu oranlar, rahatsızlıkta
kalıtım etkeninin bir rolü olduğunu düşündürüyorsa da ikiz
çalışmalarındaki oranların beklenenden çok daha düşük olması, bu
olasılığı düşürmektedir. Zaten bugüne kadar, panik bozukluğunun
gelişimini etkileyen genetik etkenleri belirlemek amacıyla yapılmış olan
moleküler genetik tekniklerden de bir sonuç alınamamıştır.



Antisosyal kişilik bozukluğu

Yasa-dışı ve suça yönelik eylemlilikle seyreden antisosyal kişilik
bozukluğu (sosyopati, psikopati), son yıllarda üzerinde en çok çalışılan
rahatsızlıklardan birisidir. Son yapılan çalışmalarda çocukluk
çağındaki bu türden antisosyal eylemler daha çok ailenin sosyal
yapısıyla, yani çevresel etkenlerle bağlantılı iken yetişkin dönemdeki
çalışmalarda tam tersine genetik-kalıtımsal yüklülük göze çarpmaktadır.
Yine antisosyal gençlerde eğer aile ortamı çok disiplinli ve denetimli
ise antisosyal eylemlerin ortaya çıkışı gecikmekte, gencin ailesinden
ayrılıp kendi çevresini seçme özgürlüğünü elde ettiğinde antisosyal
eylemler görülmektedir.



Zeka geriliği

İnsan davranış genetiğinin en tartışmalı alanlarından birisi de, zeka
ile ilgilidir. Fakat ortada birçok belirsizlik olması nedeniyle zekanın
genetiğinden daha önce zekanın ne olduğu ve nasıl ölçüldüğü üzerinde
durmamız gerekmektedir.



Zeka nedir, nasıl ölçülür?

Zeka, kesin bir anlaşma olmamasına rağmen "problemleri çözmek, yeni
şeyler öğrenmek, iyi düşünebilme yeteneği geliştirmek için genel
zihinsel kapasite" veya "yeni durumlara karşı uyum yeteneği" olarak
tanımlanmaktadır. Zekanın tanımlanmasında bunca güçlükler olsa da,
herkes zeka diye bir zihinsel bir işlev olduğuna inanmaktadır; psikoloji
bilimiyle uğraşanlar ise, fazladan olarak bu işlevin ölçülebilece?i
kanaatindedirler.

XIX. Yüzyıl'ın sonlarında İngiltere'de Sir Francis Galton, evrim
teorisinin de etkisiyle, insandaki kalıtımla geçen özellikleri, farklı
zihinsel yetenekleri ve kişisel karakteristikleri ölçerek bulmaya
girişti. Galton, öyle bir varsayımla hareket ediyordu ki, bireysel
farklılıkları gösterebildiğinde, dolaylı olarak genetik etkeni de
göstermiş olacağını sanıyordu. Gerçi Galton'un bugünkü anlamıyla zekayı
ölçtüğü söylenemezdi ama insanların zekalarına göre farklı sınıflara
ayrılabilecekleri ve zeka ölçümlerindeki bireysel farklılıkların ancak
genetik yapıyla açıklanabileceği anlayışı, Galton'dan bu yana, bazı
bilimcilerin kafalarında hemen hiç değişmeden kaldı.

Üstün insanları diğerlerinden ayırt etme çabası, durmaksızın sürdü.
Galton'un çağdaşı ve modern psikolojinin kurucusu Wund'un insan
işlevlerinin laboratuarda ölçülebilece?ini ileri süren öncü çabalarıyla,
aynı zamanda liberal siyaset felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen
Locke'un duyumculuğunun bütün bilginin duyumlardan geldiği şeklindeki
önermesi birleşince zekayı ölçmeye çalışan psikologlar, daha çok
bireyler arasındaki duyusal-motor farklılıklara yöneldiler. Zeka
farklılıklarını görme keskinliğinden, acıya karşı duyarlılığa, hatta
avuç içindeki çizgilere kadar birçok etkenle açıklamaya kalkıştılar. Ve
nihayet 1900'lü yıllarda Fransız hükümeti, psikolog Alfred Binet'e
zihinsel özürlü çocukları diğerlerinden ayırma görevi verdi. Binet, bu
somut görev karşısında artık zekayı birçok bileşenden oluşan bir
işlevler toplamı olarak almak yerine, tek başına ama karmaşık bir zihin
işlevi olarak ele almak zorunda kaldı. Bugün birçok konuda uygulama
alanına sahip olan zeka testlerinin ilk örnekleri bu mantıkla
hazırlandı. Her iki dünya savaşı sırasında orduya acilen zeki insanlar
kazandırma şeklinde yeni bir somut sorun çıkınca, zeka testlerinin
uygulanması ve geliştirilmesi süreci belirgin bir ivme kazandı. Binet
ölçeği birçok revizyondan geçerek günümüze kadar uzandı. Zekayı daha
ziyade bir soyutlama yeteneği olarak düşünen ve bugün Stanford-Binet
olarak bilinen bu testin en belirgin özelliği, zekayı yaşla değişen bir
işlev olarak düşünmesi, zeka yaşını ve takvim yaşını birbirinden
ayırmasıydı. Bu testten sonra da birçok zeka testi geliştirildi.
Bunlardan en yaygın olarak uygulananı, Wechsler tarafından geliştirilen
erişkinler ve çocuklar için farklı versiyonları bulunan zeka
testleridir. Bu testlerin Stanford- Binet testinden en önemli farkları,
zekanın sözel ve performans olmak üzere ikiye ayrılmasıdır.

Zeka testleri, geniş bir uygulama alanı bulmuş, eğitimden sağlığa,
askerlikten iş ve işçi seçimine kadar birçok alanda büyük faydalar
sağlamı? olsalar da, henüz zekanın niteliği ve kökenleri sorunu
aydınlatılabilmiş değildir. Ancak bütün bu süreç içerisinde kazanılan
bilgi ve deneyimler, insan beyninin işlevleri hakkındaki bilgimizin
gelişimiyle bir araya getirildiklerinde zeka hakkında daha ayrıntılı
yaklaşımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Artık zekanın Binet'in
sandığı gibi global bir işlev birimi olduğu düşünülmemekte, tam tersine
birçok işlevin (hafıza, sözel akıl yürütme, matematik akıl yürütme,
benzerlik ve farklılıkları algılama hızı, kelime bilgisi vb.) karşılıklı
iç ilişkilerinin değişik görünümlerinin zekayı oluşturduğu
sanılmaktadır. Dolayısıyla ortaya yeni zeka tanımları ve bu tanımlar
uyarınca geliştirilmiş yeni zeka ve bilişsel testler çıkmaktadır.
Örneğin bunlardan Thorndike'ın yapmış olduğu zeka tanımı oldukça
ilginçtir. Thorndike, zekanın mekanik, toplumsal ve soyut olmak üzere üç
türü bulunduğunu savunmaktadır. Mekanik zeka, insanın el ve alet
kullanma becerisini; toplumsal zeka, diğer insanları anlama ve kişiler
arası ilişkiler kurma, soyut zeka ise, semboller ve kavramlarla
düşünebilme yeteneğini temsil etmektedir.

Zeka testlerinin kesin bir biçimde zeki olanlarla olmayanları
birbirlerinden ayırdığı şeklindeki eski katı anlayış da bu arada
yumuşamıştır. Değerlendirmelerde kültürel farklılıklar, deneklerin
testin gerekli gördüğü koşullarda yetişip yetişmedikleri gibi ara
belirleyenler hesap edilmeye başlanmıştır. Daha önemlisi, zeka
testlerinde ölçülenin insanın doğuştan getirdiği kapasite değil, bu
kapasitenin davranışa dönüşmüş bölümü olduğu kabul edilmektedir. Bütün
bunların sonucunda, artık zeka testi kavramından vazgeçilmekte, onun
yerine "genel yetenek ölçümleri" gibi daha iddiasız ifadeler kullanılma
yoluna gidilmektedir. Sürecin böyle bir yönelime girmesinde, kazanılan
bilgi ve deneyimler kadar, şüphesiz bilimcileri etkileyen Jean Piaget
gibi düşünür-bilimcilerin görüşleri etkili olmuştur. Piaget'in "genetik
epistemoloji" adını verdiği yaklaşıma göre, bütün insanlarda belli
gelişim evrelerine karşılık gelen bir global yapı olarak aynı zeka
potansiyeli vardır. Ancak biyolojik uyum ile çevreye uyum arasındaki
etkileşme; fiziksel, bilişsel ve duygusal kapasiteleriyle ilgili olarak
organizmaların performanslarına göre zeka da farklılıklar
göstermektedir. Piaget' e göre ayrıca zeka, psikolojik testlerle
ölçülemez; ancak niteliksel bir yapı şeklinde analiz edilebilir.

Sir Galton'dan bu yana zeka hakkında yapılan en ilgi çekici araştırma
konularından biri de, zekanın kalıtımla, çevre ile, ırkla ve doğum
düzeniyle bağlantılarının araştırılmasıdır. Araştırmaların doğru bir
sonuç vermesi için gerekli olan ara belirleyenleri hesaba katma
işlemleri, bu araştırmaların hiçbirisinde tam olarak yapıl(a)madığından
bilimsel olarak genellikle ciddiye alınmamaktadırlar. Kaldı ki, zekanın
tanımının böylesine belirsiz olduğu koşullarda, zeka adına neyin
ölçüldüğü bile belli değildir.

Yine de zekanın genetiği konusunda bugüne kadar yapılan, birçok eleştiri
alamalarına rağmen çoğunlukla kabul gören ciddi araştırmalardan elde
edilen en genel sonuçları şöyle özetlemek mümkündür:

Zeka, bireyin kişilik özelliklerine göre daha kalıtımsal bir nitelik
sergilemektedir ve hatta zeka üzerinde kalıtımın rolünün, çevrenin
rolünden daha fazla olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka deyişle,
bilim çevrelerinde "doğa mı yoksa yetiştirilme tarzı mı, insan
davranışında daha baskındır?" sorusuna cevap bulmaya çalışan ünlü
'nature-nurture' tartışmasında, zeka ile ilgili olarak, şimdilik doğa
yanlılarının yani genetikçilerin raundu önde bitirdikleri
söylenebilir... Araştırmaların ortaya çıkardığı bir başka sonuç da,
beyin vebazı beyin alt-bölümleri ne kadar büyük olursa, zekanın da
genellikle o kadar artmakta olduğudur ama burada önemli olan, büyümüş
beyin dokusunun kalitesidir...Kadınlarda zekanın sözel denilen
bölümünün, erkeklerde ise, performans zeka genellikle daha iyi gelişmiş
olduğu da bugün bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmektedir.

Ama zekanın genetiği ile ilgili olarak ortaya konan bilimsel iddialardan
ayrı olarak, öjenik bir bakış açısıyla yapılmış birçok sözde-bilimsel
önyargılar da bulunmaktadır.



Öjeni nedir? Öjenikler neyi savunurlar?

İnsan genlerinin kalitesini düzeltmeyi amaçlayan tüm etkinlikler öjenik
diye tanımlanırlar. Ancak öjeni (eugenics), incelemeye dayalı bir
bilimsel bilgi alanını değil, bir tutumu ve niyeti ortaya koyduğundan,
sağlıklı nesiller yetiştirmek için insanlığın hizmetinde olan genetik
danışma ve taramaları ondan ayırt etmek gerekmektedir.

Kalıtımla ilgili gerçekler bilimsel ilgi alanına girmeye başladığı
tarihten bu yana, bilim ve siyaset çevrelerinde öjenik olanlarla, yani
insan neslinin soyaçekim yoluyla ıslahının mümkün olduğuna samimiyetle
inananlarla, anti-öjenikler yani öjenizmi sahte bilim, öjenikleri
bilimci kılığına girmiş kafatasçılar olarak görenler arasında müthiş bir
tartışma süregelmektedir. Süregelen yalnızca tartışma değildir; bu
alandaki tartışmaların etkileri doğrudan doğruya hükümet politikalarına,
istihdamın nasıl düzenleneceğinden, ülkeye göçmen olarak kimlerin kabul
edileceğine; kimlerin evlenmeye ve nesillerinin yeniden üretmeye
hakları olduğundan kimlerin fırınlarda yakılacağına kadar yansımaktadır.
Yıllardan beri, insan davranış genetiği alanında bilimin nerede
başlayıp siyasetin nerede bittiğini ayırt edebilmenin imkansız olduğu
bir keşmekeş yaşanmaktadır.

Davranış genetiği alanında yapılan çalışmaların çoğu zaman
araştırmacıların niyetlerinden bağımsız, bazen de apaçık bir biçimde
araştırmacının kişisel önyargılarını meşrulaştırma girişimi olarak
toplumsal ve hatta politik etkiler yaptıklarını, şimdi de
yapabileceklerini gösteren, birçok kanıt ve emare bulunmaktadır. Örneğin
Münih Üniversitesi'nde yürütülen psikiyatrik genetik çalışmalarının
sonucu olarak, Naziler 1933'te ruhsal rahatsızlığı bulunan insanların
kısırlaştırılmaları yasasını çıkarmışlardır. Sözde bilimsel çalışmaların
sonucunda, ABD'nde de ruhsal rahatsızlığı olanlar, daha 1950'lere kadar
kendi istemlerinin dışında kısırlaştırılıyorlardı. 20. Yüzyılın
başlarında Amerikan Psikoloji Birliği'nin kendisine yüklediği en önemli
görevlerden birisi, Amerikan toplumunun zeka seviyesini koruyabilmek
için beyaz ırkın zencilerle karışmasının önüne geçmeye çalışmaktı.

Yıllar geçti, toplumlar demokrasi ve insan hakları konusunda önemli
adımlar attılar, bilim çevrelerinde bilim adı altında basbayağı siyaset
yapmak zorlaştı ama bilimsel ırkçılık, genetik biliminin arkasına
gizlenerek hep varlığını sürdürmesini bildi.

Toplumdaki eşitsizliklerin kaynağını genetik yapımızda görerek
toplumdaki eşitsizlikleri meşrulaştıran ve yakınlarda ölen Harvard
psikoloji profesörlerinden Richard Herrnstein ve yine Harvard'lı bir
siyaset bilim profesörü olan Charles Murray, birlikte yazdıkları ABD'nde
geçen yıl yayınlanan "Çan Eğrisi: Zeka ve Amerikan Hayatındaki Sınıf
Yapısı" adlı kitabta, 1970 ve 1990 yılları arasında sürdürülen Amerikan
Ulusal Uzunlamasına Gençlik Araştırması'ndan aldıkları zeka ve eğitim
başarısı ile ilgili verilerden yola çıkarak, insanların toplumsal ve
etnik özellikleriyle, testlerden aldıkları puanlar arasynda yaptıkları
istatistiksel de?erlendirmeler sonucunda, bilim adına şu iddialarda
bulunma hakkını kendilerinde görebilmişlerdir: "Suç işleyenlerde ve
işsizlerde zeka düzeyleri, toplumun genel ortalamasına göre daha
düşüktür. Zeka düzeyi düşük olan toplum kesimlerinde, doğurganlık oranı
daha yüksektir. Zeka, eğitimle ve diğer çevresel faktörlerle değil de,
daha ziyade kalıtımla ilgili olduğundan, bu durumda toplum, giderek daha
düşük zekalılardan meydana gelecek dolayısıyla suç işlemenin ve
işsizliğin önüne geçmek imkansızlaşacaktır..." "Toplumsal gruplar
arasında zeka yönünden nasıl farklar varsa, ırklar arasında da farklar
vardır: En zeki ırklar, Çinliler ve Japonlardır, onların hemen ardından
Avrupalılar gelmekte, son sırada ise, oldukça düşük bir yüzdeyle
Afrikalılar yer almaktadır...Eğer yoksullar yoksulsa bu her şeyden önce
zenginlerden daha az zeki oldukları içindir. Onlara acıyabiliriz, ancak
bu hiçbir şeyi değiştirmez. Sonuç olarak sosyal adalet programları
savurganlıktan başka bir şey değildir. Üstelik yoksullar daha fazla
çocuk yaptıkları için de kötü genlerin yayılmasına neden olurlar. Açıkça
görülmektedir ki, eğer yoksul siyahlara yardıma son verilirse, her şey
daha iyi olacaktır..." İşte öjeni tam da budur ve günümüzde de etkisini
büyük ölçüde sürdürmektedir. Ama öjeniklerin yaptıkları bu araştırmalar,
sağduyulu bilimciler tarafından, gerek metodoloji ve gerek sonuçlar
açısından topa tutulmakta, en ağır suçlamalar yöneltilmektedir. Örneğin
"DNA Doktrini" kitabı dilimize de çevrilen R. D. Lewontin ve arkadaşları
yıllardan beri biyolojinin bir toplumsal ideoloji biçimine dönü?mesine
karşı mücadele etmektedirler. Yine örneğin 50 yılı alan bir araştırmanın
sonucunda ortaya çıkan "İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası" adlı dev
eserin yazarları olan genetikçi Luca Cavalli- Sforza, Paolo Menozzi ve
Alberti Piazza, ırk kavramının genetik açıdan anlamsızlığını
göstermişlerdir.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.arenafutbol.org
 
Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Genetik ve Kanser Arasındaki İlişki
» Genetik Tarihi
» Genetik Mühendisliği
» Genetik Kopyalama
» Genetik ve Kanser

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey :: AF Cafe :: Eğlence :: Hazır Ödev ve Tezler :: Biyoloji-
Buraya geçin: