ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Fatih Sultan Mehmed Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Fatih Sultan Mehmed Uyeol

Sitemizi REKLAMSIZ şekilde gezebilmek için, bütün bölümlere erişebilmek için ve tam anlamıyla faydalanabilmek için lütfen ÜYE OLUNUZ, eğer üye iseniz lütfen GİRİŞ YAPINIZ
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Fatih Sultan Mehmed

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Rebellious
No-Post !
Rebellious


Favori Oyuncu : Metin Oktay
Mesaj Sayısı : 14623
Puan : 258167
Rep : 2564
Yer : Ali Samiyen
Cinsiyet : Erkek
Kayıt tarihi : 19/08/09
Fatih Sultan Mehmed I231076_gsli

Fatih Sultan Mehmed Empty
MesajKonu: Fatih Sultan Mehmed   Fatih Sultan Mehmed EmptyPaz Haz. 06, 2010 4:00 am

Osmanlı pâdişâhlarının yedincisi. İstanbul’un fâtihi olup, İkinci Murad
Hanın oğludur. 30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne’de dünyâya geldi.
Annesi Candaroğulları âilesinden Hadîce Alîme Hümâ Hâtundur. Küçük
yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed
devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegan’dı.
Meşhur din ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs
Akşemseddîn hazretleri şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilendi. 12
yaşına gelince devlet idâresini öğrenmesi için Edirne’den Manisa’ya vâli
olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta
çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu 1444
Eylülünde Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan Sultan
Mehmed yazdığı mektupla babasını yeniden saltanata dâvet etti. Bâzı
rivâyetlerde bu talep üzerine, bir kısım rivâyetlere göre de, durumun
vahâmetini takdir eden İkinci Murad, kendi reyi ile İstanbul Boğazından
Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhal idâreyi ele alarak Varna’ya
hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu’daki Türk
beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. 1444
Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak
sağlamlaştırılmış oldu.

1451 târihinde babası İkinci Murad’ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed,
ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden
saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de
katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti. Saltanat
değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir
sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini
halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisarını
yaptırıp, Yıldırım Bayezid’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile
berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp
hazırlıkları ile geçirdi.

Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği
rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile
bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000
civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler, sırtlarında taş taşıyarak
hisarın yapılmasına hizmet ettiler. Ayrıca, bâzı burçların yapım
masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar. Rumeli
Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi
toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını”
bildirdi. Bunun üzerine, Fâtih Sultan Mehmed, elçiye; “Var git kralına
söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi
kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi
göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın”
diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda
bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam
kontrol altına alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik
kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu. İstanbul’un
muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri
gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye
mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.

Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i
Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed,
bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin
kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz
bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarasında, donanmayı
Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indiren teknik bir dehâya ve çeşitli
muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhip olmuştu.

Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine
kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bir köprüyü
Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları gören
Bizanslılar, su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına
hükmetmişlerdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli
silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed,
zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makine soğutmasını”,
havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi
yollu ilk silahı keşfetti.

Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine
hazırlanırken,ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan
Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde
Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul
seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu.
Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn
İstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul
muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel
insanlardır.” meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti.

Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini
düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri
ile o bu fikri tamâmıyla benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru
kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken
kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle
gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi.
Elinde kalem ve kâğıt, dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı.Yine bir
gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşa'yı gece
yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı
vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına
kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz
olduğunu belirterek, İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya
çağırdığını bildirmişti.

Nihayet İkinci Mehmed, 23 Mart'ta ordusuyla Edirne’den hareket etti.
Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan
gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh
teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya
şehir beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda
İstanbul düştü. Bu şekilde Ortaçağ sona erdi, Yeniçağ başladı.
İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i
Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Saint-Sophie) ve bütün
Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya, câmiye çevrildi.
Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve
vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan
kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek gerekir.
İsteseydi, İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o
zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden
sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı.
Hâlbuki Cenevizliler, Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu
ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar
verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını
çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler
için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve
ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan
çalınmayacaktır” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi.

Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik,
Avrupalıların husumetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin
Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu
davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl
hâle geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih,
Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle
birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u
kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor,
papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında
askerî yardımda bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen
İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey
gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için
İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih
ettiklerini belirttiler.

İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış
oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen Fâtih Sultan Mehmed
Han, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirdi. Devletin geleceği için
önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın
hoş karşılamayacağı tabiî idi.

Karaman ve İstanbul seferinden sonra, 1453’te Cenevizlilerden Enez’i
aldı. 1454’te, Kırım’a bir donanma gönderdi. Aynı yıl Sırbistan Seferine
çıktı. Kuzey Ege adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi.
Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci
ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra
Belgrad’ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih
yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455’te Boğdan Beyliği de Osmanlı
idâresine girdi.

1458’de Mora’ya ilk seferini yaptı. 1459’daki Sırbistan Seferi sonunda,
Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460’da çıktığı
İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgası, Osmanlı devletine
katılması, Paleologosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile
sonuçlandı.

Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461’de Ceneviz’den Amasra’yı
fethetti. Baharda Sinop’a geldi. Himâyesinde bulunan Candarlı
Beyliği'ne dostça son verdi. Oradan Trabzon’a yürüdü. Denizden de
kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu. Komnenos imparatorluk
hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar
bütün Güney Karadeniz kıyıları, Osmanlı Devletine katıldığı gibi Trabzon
ve Rize gibi Anadolu’nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış
oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan
Kazıklı Voyvoda meselesini hâlletti.

Fâtih, 1462’de Yayçe’nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine
çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463’te Bosna’ya bir sefer
daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466’da Karaman
Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67’de
Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı.

Bu ardı kesilmeyen seferlerde Fâtih, bir taraftan büyük devlet fikrini
gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihanşümûl hâkimiyet
fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar
sınırının batısında, Osmanlı Devleti'ne katılmayan hiçbir yer
bırakmamak, Karadeniz’i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik
donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyânın
birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten
sonra, İtalya’yı fethetmek istiyordu. Bu plân artık dünyâca bilinmeye
başlanmıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin
doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine
karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun süren savaşlar başladı.

Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler;
Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve
Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifaka karşı koymasını bildi.
Düşmanlarını bâzen teker teker, bâzen ikişer üçer, bâzen beşer onar
yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihan
İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmanlı
Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik’in deniz üstünlüğü
târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından
Bizans’ı yıkıp, Venedik’i sindirmiş oldu.

Uzun süren bu büyük savaşlar 1463’te Fâtih tarafından başlatıldı.
Venedik Cumhuriyeti, Osmanlılara savaş îlân etti. Macaristan da
Venedik’in yanında savaşa girdi. Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa
girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik
yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz
Adasına yöneldi. Venedik’in Batı Ege’deki bu alınmaz dedikleri üssünü
fethetti. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa
çıkamayacağını anlayınca, Tokat’a hücum ederek burada bir cephe açtı,
kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472’de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu
ordusunu yenerek işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı. Fâtih, 11
Nisan 1473’te Üsküdar’dan hareket etti. 11 Ağustosta Erzincan
yakınlarında Otlukbeli’nde Akkoyunlu ordusunu yendi.

Fâtih’in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına Almanya içlerine kadar
seferler düzenleyerek Avrupa’yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan,
24.sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478’de Üçüncü
Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı, Osmanlı birliğine katıldı.
1480’de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi. İyonya Adalarını aldıktan
sonra, donanmayı İtalya’ya gönderdi. Temmuz 1480’de Otranto’yu
fethettirdi.

1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed, 300.000 kişilik bir
ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cumâ günü
kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişah Üsküdar’a geçtiğinde
hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket
etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği
zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon
yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih’in özel doktoru, Yâkub
Paşa isminde bir Yahûdi dönmesiydi. Venedikliler, Fâtih’in zehirlenmesi
karşılığında bu dönme Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişler, Yâkub Paşa
da bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş
işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481
Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti.
Fâtih’in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi
duyulunca, Sultan’ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve
Yâkub Paşa, asker tarafından parçalanarak öldürüldü.

Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti. Ölüm haberi
Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı.
Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini
yapılmasını emretti.

Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek, Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri
tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı
Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ
edildi.

Fatih Sultan Mehmed Han, orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun
vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları
kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli
bir fizîkî yapıya sâhipti. Londra’da, National Gallery’de, Fâtih Sultan
Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini
tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir. Hâlbuki,
National Gallery’de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden
anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini
adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca, Bellini’nin İstanbul’a gelip,
Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber,
Pâdişah’ı gördüğü de belli değildir.

Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur.
Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla
keşfi yan yana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır. İstanbul’u bütün
ganîmetleri içinde firûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu
güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır. Onun için, asırlar
boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok
şeyler söylenmiştir. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe
deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:

Fâtih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin en güzel
misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü
zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul
Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi
bu cesâretinin büyük örneğidir.

Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri
başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır
ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.

Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden,
birçok Müslümanın şehid edilmesine sebep olan İstanbul şehri ve onun
sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamayacağı genişliktedir.
Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin
halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü.
Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul’a girdiği vakit,
ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını
gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: “Ayağa kalkınız.
Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan itibâren artık ne
hayâtınız, ne de hürriyetiniz husûsunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!”

Fâtih, gayrimüslim tebaasının din ve mezheplerine aslâ dokunmadı,
herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul’un îmârında
ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada
biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu
müsâmaha o devir dünyâsının hâyâlinden bile geçirmediği bir olgunluk
eseriydi.

Batılıların iddiâlarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar
veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır. Hâlbuki bunları yıkan ve
yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gediklerin
tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Öyle ki,
Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri
neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce,
mâni oldu ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise
benimdir demiştim” diyerek, yeniçeriyi şiddetli bir şekilde
cezâlandırmıştır.

Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının
ilk özelliği, kılıçla kalemin işbirliğidir.Ordunun disiplinine çok
dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları
şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket
ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar,
atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir
fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla
istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde
düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini
sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan,
geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz demeden
savaştı. Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından, nereye gitmesi,
nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı
seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu
seferin bütün teferruâtını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı
dâimâ berâber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse,
o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer
devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve
sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı.
Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haber vermez ve bunların gizli
kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf
olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket
etmeyi, muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle
hareket etmesinin netîcesinde, İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum
İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.

Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da, bâzen birkaç
cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harp hâlinde bulunduğu
günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin,
siyâsî müzâkereler, vaatler ve geçici tâvizlerle müttefikleri
birbirinden ayırmanın kolayını buldu. Rodos Adasının fethi için
donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak için oyalama taktiğine girişerek
şehzâde Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile
birlikte Rodos’a gönderdi. Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi
karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde yaşayacaklarını bildiren,
diplomatça bir harekette bulundu.

Câsuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili
hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma
teşkilâtına da sâhipti. Almanya’da yerlilerden elde edilmiş câsusları da
vardı. İtalya ise, son derece gizli ve dâimî bir Türk haber alma
servisiyle örülüydü. Fâtih’in, bu teşkilâtı sâyesinde düşmanlarından
günü gününe haberi olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.

Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun
silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları
eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde
kurucusu Fâtih’tir. Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır.
Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek
için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan
muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları
akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına
yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını kendisi yaptı.
Piyâdeye de, öncesine nispetle, büyük önem verdi. Osmanlı ordusu, esas
bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de, yeniçeri ve azab
gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.

Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi.
Zihniyeti ve tabiatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve
medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim
adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu
muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması plânının
icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu.
Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve
idârenin temelini meydana getiren diyânet ve hukuk kurumlarını
teşkilâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas
aldı.

Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve
onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen
büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla
Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi, matematikte
Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine
dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ Molla Câmî bile
İstanbul’a gelmekteyken, Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine geri döndü.

İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim
adamı ve şâirdi. Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçe'ye bütün
incelikleriyle vâkıftı. Şiirde, devrin üstatları arasında yer aldı.
Hattâ, sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin,
sanatsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu.
Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuuruyla
geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstad şâirlerini topladı.
Avnî mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi. Aruzu,
usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince
hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.

Bizümle saltanat lafın idermiş ol Karamanî
Hudâ fursat virürise, kara yire karam anı

beyti, Karamanoğlu’nun çıkardığı fitne ve fesatlar karşısında şahlanan
celâlini gösterdiği gibi, aşağıdaki şiiri de ince duygular sâhibi hassas
bir gönlün, Türk edebiyâtına nâdide bir armağanıdır:

Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül
Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyliyemezsin n’ideyin hay gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül

Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı
Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı
Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî
Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in elini öpüp,
tahtı tâcı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn, bu teklifi
reddederek, devlet işlerine memur edilen pâdişâhın asıl vazîfesini
yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adâletle memleketi ve dünyâyı idâre
etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devlet zarar göreceği
için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi. Bunun
üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya
döktü.

Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük
otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos’un hayranlıkla
anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını
yıkmıştır. Bu sûretle, Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları
toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç
kaynakları bir araya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle
Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir.

Fâtih Sultan Mehmed, teşkilatçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tam bir
intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe İslâm'ın
esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzimât dönemine
kadar, Osmanlı Devletinin temel kânunu olarak mer’iyyette (yürürlükte)
kalan Fâtih Kânunnâmesi, çok mühim bir eserdir. Pâdişâhın görüşleri
alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok
önemli kânunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır.
Kânûnî Sultan Süleymân devrinde hazırlanan kânunnâmede de bu eser esas
alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih
devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak, ülke
için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.

Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu
Sultan İkinci Bayezid de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını
tâkip etti. Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen
medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk
etti. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa
literatürünü çok iyi tâkip etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan
üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını
duymamıştır.

İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler
ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan yaptırarak
vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24 medrese,
12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisâtı ile iki gemi tersânesi ve kışla,
yapılan binâlar arasındadır. İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan
Bursa, Edirne gibi şehirlerde îmâr faâliyetleri büyük bir hızla devâm
etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi
yapıldı.

Edirne’de Tunca Nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir saray inşâ
edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayıdır. Bu saray, 1876
Osmanlı-Rus Harbinde cephâne infilâkıyla harap oldu.

Batılı gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük
düşmanlarının gözlerini kamaştıran bir pâdişahtır. Eserlerinde ondan
takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan
Zorzo Dolfin, bir keresinde şöyle demiştir:

“Sultan Mehmed, çok az gülerdi. Zekâsı, dâimî bir çalışma hâlindeydi.
Çok cömertti. Her işte fevkalâde atılgan, hattâ cüretkârdı. Seçtiği
hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi. Soğuğa, sıcağa, açlığa,
susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve
sefâdan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpça'yı çok iyi konuşurdu. Her gün
bir müddet okurdu. Roma târihi, başka devletler târihi, Laerce,
Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile
Fransa ve Lombardiya krallarının vakaları, okuduğu târihler arasındaydı.
Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı. Özellikle İtalya’nın coğrafyasını
en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından
ayırmazdı. Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur,
araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyeti altında bulunan ülkelerin
âdet ve şartlarını, devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta
mahâretliydi.”

Diğer bir İtalyan târihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle
yazmıştır:

“Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış,
asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirâsı ile yanan, cömert
ve iyi kalpli, gâyelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdârdı. En çok harp
sanatına meraklıydı. Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırmacıydı.
Sefâhat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu. Harem dâiresinde çok az
vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül
gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşindeydi.”

Alman müsteşrik Franz Babinger, "Mehmed-II der Eroberer und seine Zeit
Weltenstürmer einer Zeitenwende" adlı eserinde şöyle yazmaktadır:

“Türk dünyâsı için Fâtih, günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü
olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisiyle mukâyese
edilmesi zordur. O, Türk milletine, bütün târihinin en harîkulâde ve en
yaklaşılması gayr-i kâbil şâhsiyeti olarak takdim edilmiştir. Batı
âleminin mukadderâtı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarîh bir
şekilde işâretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sâhalarının
dış görünüşünü derinden değiştirmiştir. Ortaçağdan çıkarken, insanları
ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında
bırakmıştır.”

Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdim edilen iki mısrâlık
basit şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene
500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir
hükümdâr ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângir hakkında, günümüze
kadar, binlerce kitap yazılmıştır.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.arenafutbol.org
 
Fatih Sultan Mehmed
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Çelebi Mehmed
» Mehmed Han III
» Vahideddin Han (Mehmed VI)
» Mehmed Han IV (Avcı)
» Karamanoğlu Mehmed Bey

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ArenaFutbol | Futbol'a Dair Her Şey :: AF Cafe :: Eğlence :: Hazır Ödev ve Tezler :: Tarih-
Buraya geçin: